Önümüzdeki hafta nefretle, bağnazlıkla harmanlanmış irrasyonelliğin nelere neden olabileceğini göstermesi açısından eşsiz bir olayı anacağız. Kitapların yakıldığı, geleneklerin çiğnendiği, bir kültürün yok edilmeye başlandığı bir sürece işaret eden ‘Kristallnacht’…
İnsanlık tarihi sanatın, teknolojinin tarihi olarak da, yabancı düşmanlığının, ötekileştirmenin tarihi olarak da çıkabiliyor karşımıza. Şimdi, buraya bir parantez koyarak, Toplumsal Yakınlaşma Platformu altında bir kucaklaşma yaratmaya çalışan Sinan Dirlik ile yaptığımız söyleyişi paylaşalım…
Sinan Bey kendinizi kısaca okuyucularımıza tanıtabilir misiniz lütfen?
İstanbul doğumluyum. Çok kültürlü bir ortamda büyüdüm. Müslümanlar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Türkiye’nin tüm çeşitliliği içerisinde büyüme, onlarla beslenme şansım oldu. İletişim eğitimi aldım. Lisans eğitimimi gazetecilik ve halkla ilişkiler, master eğitimimi ise halkla ilişkiler alanında tamamladım. İstanbul Üniversitesi’nde master eğitimim ve araştırma görevlisi olarak çalıştığım dönemde yaklaşık 200 sosyal araştırmayı yönettim. Kültürel çalışmalar, özellikle de etnik kültürler ilgimi çekiyor. Kıbrıs’ta 400 yıllık Osmanlı varlığının sergilendiği ‘400 Yıllık Miras’ sergisini koordine ettim. Sergi İstanbul ve Londra’dan sonra 2008 de Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu binasında gerçekleşti. 2004-2009 yılları arasında KKTC Cumhurbaşkanı M. Ali Talat’ın Türkiye Medya ve STK İlişkileri Koordinatörlüğü’nü yürüttüm. Halen serbest danışmanlık ve iletişim danışmanlığı yapıyorum. Toplumsal Yakınlaşma Platformu’nun da kurucusu ve koordinatörüyüm.
Azınlık olanların ötekileştirilmeleri süreci sizi ilk ne zaman rahatsız etti? Bu duygunun veya görüşün sizdeki gelişimi nasıl oldu?
Azınlık olmak ve ötekileştirilmek çok rahatsız edici bir durum biliyorum. Ama birilerini azınlık olarak görüp ötekileştirmenin ayıp ve rahatsız etmesi gereken bir ruh hali olduğunu da biliyorum.
Tuhaf olan şu ki, Türkiye’de herkes bir diğerinin ‘ötekisi’… Bir etnik azınlığa, bir azınlık dinine ya da mezhebine üye olmamız bizi bu ayıptan kurtarmıyor ya da bizi bu ayıbın tek hedefi haline getirmiyor. Çünkü bizim de ötekileştirdiğimiz, bizim de azınlık saydığımız birileri mutlaka oluyor.
Türkiye’de ‘egemen ve muteber’ çoğunluğun ‘Türk- Müslüman ve Sünni- Kemalist Cumhuriyetçi-laik’ bir tipolojiye sahip olduğu ve bunun dışındakilerin ‘azınlık ve öteki’ olduğu düşünülür. Bir yere kadar doğrudur da. Ama Türk olmak yetmiyor, Türkiyeli Türkler örneğin Kıbrıslı Türkleri ‘olması gerektiği kadar Türk’ görmüyor. Türkiyeli Türkler, kendileri dışındaki tüm Türk dünyasına biraz kuşku, biraz küçümseme ile bakıyorlar örneğin. Türkiyeli Türk egosantrizmi karşısında Türk olmak tek başına bir şey ifade etmiyor.
Müslüman olmak da yetmiyor. İslam’ın farklı mezhepleri hiçbir zaman Sünni Müslümanlar kadar ‘muteber Müslüman’ sayılmıyor burada. Türk ve Müslüman olmanız da yetmiyor. Kemalist Cumhuriyetin laiklik anlayışını benimsemiş ve inancınızı bu anlayışın tarifine göre yaşıyor ve ifade ediyor olacaksınız. Türk, Sünni Müslüman ve laik olmanız da yetmiyor. Kentli, eğitimli, orta-üst gelir düzeyine sahip olacaksınız.
Ama durun, rahatlamayın hemen… Her ne olursanız olun; ister Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, Sünni, Müslüman… İlla ki heteroseksüel olacaksınız… Heteroseksüelim diye de rahatlamayın… Heteroseksüel bir erkek olmanız en iyisidir! Demem o ki, iki kişinin olduğu yerde ‘öteki’ de var oluyor.
Kendisini çoğunluk mensubu sayanların bir araya geldiğinde kendilerinden farklı olanlara karşı geliştirdikleri ortak nefretten, üstencilikten, dayatmacı küstahlığından rahatsızlık duydum hep. Ama dikkatinizi çekmek isterim: Bir araya geldiklerinde ortaya çıkıyor bu. Faşizmin kitle ruhu dedikleri şey bu olmalı. Kendilerini büyük bir bütünün parçası olarak gördüklerinde bambaşka bir şeye dönüşüyor insanlar. Fakat tek başlarına kaldıklarında insanlaşıyorlar. Korkmaya başlıyorlar. Kendi zayıflık ve zaaflarıyla yüzleşiyorlar. O yüzden hep sürünün bir parçası olmak, hep öyle kalmak istiyorlar. Bu güvenli, güçlü kılan bir durum çünkü. Sürüleşmek, kümeleşmek, birbirine tutunmak ve birlikte kendi bütününü oluşturmak ihtiyacı hissediyor insanlar. Bu sayede ‘ötekine’ karşı güçlü hissediyorlar kendilerine ve bir araya geldikçe, kümeleştikçe yeni ötekiler yaratıyorlar.
46 yaşındayım ve pek de uzun sayılmayacak bu ömür parçasında, bu sürü ideolojisinin sayısız örneğiyle karşılaştım. Bir sürünün parçasıysanız, ötekilere yapılan ayrımcılık ve zulmün farkına varmamanız için ellerinden geleni yapıyorlar. Ve fark etmiyor, görmezden gelebiliyor veya gözden kaçırabiliyorsunuz. Benim pek çok sarsıcı deneyimim oldu bu konularda. Ama sanırım en ağırını 80’li yılların sonunda Bulgaristan olaylarında yaşadım. Hatırlarsınız, Bulgaristan’da Türk azınlığın adları değiştiriliyor, dilleri yasaklanıyordu. Üstelik bir Sosyalisttim ve bu kepazelik Sosyalist olduğunu ileri süren bir ülkede yapılıyordu. Bulgar aydınlarının büyük bölümü olup bitenler karşısında sessiz kalmakla da kalmayıp, onaylıyor, savunuyorlardı bu rezaleti. Bulgaristan’da yaşananları dehşetle izlerken, asıl büyük dehşeti aynaya baktığımda yaşadım. Aynı yıllarda benim ülkemde de azınlıkların dilleri yasaklanıyor, isimleri köy isimlerine varana kadar değiştiriliyordu. Ve biz susuyorduk. Kendinizi susarken yakalamak, utançların en ağırıydı…
Kişisel tarihimde ise bir trajedi var. Aşkı uğruna Yahudi dininden İslam dinine geçiş yapmış bir kadının soyundan geliyorum. Annemin büyükannesi… Ben 15 yaşımdayken vefat etti. Son dönemlerine kadar gerçeği öğrenememiştim. Gerçeğin üstü örtülüydü. Onun bir Yahudi olarak doğduğunu ve çok genç yaşında Müslüman bir erkeği sevdiğini ve aşkı uğruna dininden, ailesinden koptuğunu yıllar sonra öğrendim. Bir kadın sevebilir; başka bir dine, başka bir milliyete mensup bir erkeği sevebilir. Bu yüzden ailesinden, toplumundan kopup bedel ödeyebilir. Bu, saygı duyulacak bir şeydir. Benim açımdan trajedi olan ve saygı duymayacağım şey ise gerçeğin üstünün örtülmesidir. Kadriye, ‘Mari’yi’ ömrü boyunca sakladı. Asla bunun bir ‘tercih mi yoksa zorunluluk mu’ olduğunu bilemeyeceğim. Bu bilinmezlik beni derinden yaralıyor. Bakın, eğer bu coğrafyada kimliğinizi saklarsanız, kimliğinize dair konuşmazsanız sorun da yaşamazsınız. İşte bu bir illüzyon yaratıyor. Bu coğrafyada kimlik sorunu yok değil, bilakis çok ciddi biçimde var. Kimlik sorunu ‘yokmuş’ gibi algılanmasının nedeni, kimliklerin açık olmaması… Kimlikler ortaya çıktıkça sorun başlıyor… Bunu fark ettiğinizde buna kayıtsız kalamazsınız.
Toplumsal Yakınlaşma Platformu hakkında bize biraz bilgi verebilir misiniz?
Toplumsal Yakınlaşma Platformu’nun bir çıkış manifestosu var ve bu manifesto bizi doğru anlatıyor diye düşünüyorum. Her şeyden önce ‘sıradan insanlarız biz’ diyoruz. Küçük harflerle konuşan, yazıp çizen; her biri kendi işinde gücünde, yaşadığı ülkeye ve dünyaya dair sözü olan sıradan insanlarız bizler... Gücümüz tam da bu ‘sıradanlığımızdan’ kaynaklanıyor. ‘Birileri adına’ konuşmuyoruz. Yazıp çizdiklerimizin, sözlerimizin art amaçları, art planları yok. Düşündüğümüz gibi, hissettiğimiz gibi yaşıyor ve yazıyoruz... Arkamızda hiç kimse yok. Arkamızda, önümüzde, sağımızda-solumuzda sadece ve sadece bizimle birlikte olan sıradan insanlar var. Barış içerisinde yaşamak isteyen, işinde gücünde olan, huzur isteyen insanlar… Huzurumuzu ancak hepimiz mutlu, eşit, tok ve geleceğe güvenle baktığında koruyabiliriz.
Toplumsal Yakınlaşma, aslında bir anlamda bir ‘huzur operasyonu’. Bugüne kadar hep politikacılar, militanlar, askerler konuştu memleket meseleleri üzerine. Biz dinledik. Şimdi konuşma sırası bizde. Bizim de sözümüz var. Ama öyle iri ve önemli laflar değil. Hepimiz kendimizi sadece kendi sözcüklerimizle ifade ediyoruz burada. Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, Alevi, Eşcinsel, Kadın… Hepimiz varız ve kendi mutluluğumuzu bu ülkenin mutluluğuna, geleceğine bağlamış insanlarız. Kendimizi anlatıyoruz. Ülkemize ve dünyaya ilişkin düşüncelerimizi anlatıyoruz. Birbirimizi okuyor ve dinliyoruz. Birbirimizden öğrenmeye, anlamaya çalışıyoruz. Birbirimizin gerçekten ne düşündüğünü dinlemeye başladığımızda tartışabileceğiz. Ortak noktalar bulabileceğiz. Aslında ne çok konuda benzer endişeler taşıdığımızı görebileceğiz. Toplumsal Yakınlaşma bunu yapmaya çalışıyor.
Şimdilik bir web sitesi üzerinden Türkiye’nin dört bir yanından hatta dünyanın dört bir yanından arkadaşlarımız yazıyor, paylaşıyor. Sadece dört aylık bir oluşum için hayli sağlıklı ve güzel bir büyüme trendi bu. Henüz birbirimizi dinliyoruz. İlerleyen tarihlerde daha geniş organizasyonlarla, çok kültürlü etkinliklerle tüm topluma bu güçlü birikimi taşımak istiyoruz. Bir araya gelip yemekler yiyeceğiz, bazen bir araya gelip tartışacağız, birbirimizin müziğini dinleyeceğiz, şiirlerini okuyacağız. Çok fazla yapacak işimiz olacak…
Devam edecek…