“Sanatın, bize başkaldırtıcı şeyler göstererek bizi isyan ettirdiğini; kendini atölyenin veya müzenin dışına atmakla bizi de harekete geçirdiğini; kendini bu sistemin bir öğesi olarak görmeyi reddederek bizi de egemen sistemin muhalifine dönüştürdüğünü farz ediyoruz” Jacques Ranciere
Karanlığın içinden sahneye bakarken bakışıyla onu aydınlatan ve onun etkisine eklemlenen tiyatro seyircisinin oturduğu koltuklardan sahneye baktığı yerin anlamı değişti artık. Son 50 yıldır, bir oyun gibi değerlendirilen hayatın oyuncuları olarak görülen seyirciler, gösteri sanatlarındaki genel eğilim doğrultusunda seyreden özneler olmaktan çıkarılmaya çalışıldı. Her şey bir oyun, her birey bir oyuncu, her seyreden aynı zamanda seyredilen, her özne aynı zamanda bir nesne olarak değerlendirildi. Bunun sonucunda, gösteri sanatlarında roller yer değiştirerek oyun alanı ile seyir yeri arasındaki sınırlar belirsizleştirildi.
Tiyatroda seyir yerini ve seyir eylemini aktif kılarak yaratım sürecinin parçası haline getirmenin sahneleme biçimlerine tercümelerinin arayışı, kökleri çok eskilere kadar giden ve bugüne dek tiyatro akımlarını şekillendirmiş temel bir tartışmadır. Özü sahne ile seyir yeri arasındaki iktidar ilişkisine dayanan bu tartışmanın günümüzdeki en popüler tezahürü sahne ile seyir yeri arasındaki ayrımın belirsizleştirilerek sahnenin seyirci üzerindeki iktidarını ortadan kaldırmak, seyircinin edilgenliğini sorgulatmak ve sınırlarını zorlamak şeklinde olmuştur. DOT’un bu sezon sahnelediği Malafa adlı oyunu tam da bu tartışmanın merkezindeki çelişkiyle geliyor karşınıza.
Sahnenin aydınlığı artık sizin de üzerinizde
Henüz oyun başlamadan seyir yerinin yerleşim biçimiyle seyirci kavramının sorgulandığını hissediyorsunuz. Oturma düzenini, ortada oyunun oynanacağı dar bir koridor bırakacak şekilde, bu koridorun iki yanına birbirine dönük olarak karşılıklı yerleştirilmiş sıralar oluşuyor. Seyir yerine yerleştiğiniz andan itibaren tam karşınızda bulunan sıralarda oturan seyircinin bakışına sunulan alan içinde oyun alanı ile neredeyse iç içe olacak kadar yakın mesafede yer alıyorsunuz. Artık siz de seyirlik eylemin bir parçasısınız. Artık sahnenin aydınlığı sizin de üzerinizde. Bir oyun olarak görülen hayatın oyuncuları olan sizler, aynı zamanda görmeye gittiğiniz oyunun seyirci koltuklarında oturan oyuncularısınız. Oyunun kurgusu ise sürekli bunu size hatırlatmak üzere yapılandırılmış. Oyuncular, seyircinin içinden sahneye çıkıyor; kimin gerçekten seyirci kimin ise seyirciymiş gibi yanınızda oturmakta ve bir az sonra sırası geldiğinde sahneye çıkacak olan bir oyuncu olduğunu ayırt etmek mümkün değil. Oyun alanındaki oyuncular sık sık doğrudan size yönelerek bir takım sözcükleri tekrar etmenizi, sorulan sorulara cevap vermenizi, bir takım hareketler yapmanızı istiyorlar. Sanki iktidar ilişkilerinin belirlediği sınırların ve sahne-seyirci ilişkisinin alışıldık biçimlerinin dışına çıkıyorsunuz; sanki siz de bir anlamda performansa dahil oluyorsunuz... Tiyatronun egemen biçimlerinin dayattığı sınırların muhalifleri oluyorsunuz... İşte özgürleşen seyircinin yanılsaması!
Özgürleşen seyircinin yanılsaması
Jacques Ranciere Özgürleşen Seyirci adlı kitabında diyor ki, “Sanatın, bize başkaldırtıcı şeyler göstererek bizi isyan ettirdiğini; kendini atölyenin veya müzenin dışına atmakla bizi de harekete geçirdiğini; kendini bu sistemin bir öğesi olarak görmeyi reddederek bizi de egemen sistemin muhalifine dönüştürdüğünü farz ediyoruz”. Ranciere, atölyenin veya müzenin dışına çıkmak derken, genel anlamda sanatsal türlerin çerçevelerinin çizdiği kabul görmüş sınırların ve bu sınırların tanımladığı ikili karşıtlıkların dışına çıkmaktan söz ediyor. Bu sınırlar ihlal edildiğinde, roller tersine çevrildiğinde, karşıtlıklar ortadan kaldırıldığında bizler sistemin dayattığı egemen davranış biçiminin dışına çıktığımızı zannediyoruz. Baudrillard’ın dediği gibi televizyonlarımızın ekranlarından hiçbir müdahale etme şansımız olmadan çağımızın gerçeklerine seyirci kalan bizler, oyun alanının aydınlığını paylaştıkça ve kendimizi baktığımız şeyin bakışına sundukça performansa müdahil olan aktif birer özne olduğumuz yanılsamasına kapılarak yaşamdaki edilgenliğimize karşın kendimizi egemen düzenin belirlediği sınırların dışına çıkmış birer muhalif gibi hissediyoruz. Hâlbuki tıpkı Malafa’yı izlerken olduğu gibi, çoğu zaman aktifleşmenin kendisi, maruz bırakıldığımız bir koşullar silsilesi halinde karşımıza getirilerek sahne ile seyirci arasında kırmayı amaçladığı iktidar ilişkisinin birebir aynısını yeniden üretiyor. Çünkü performansa müdahale ettiğimizi zannediyoruz; ancak performansın belirlediği koşullar çerçevesinde davranarak. Asıl sorulması gereken tayin edici soru şu: Oyun bize o alanı açtığında ona gerçekten özgürce müdahale etsek yapı bozulur mu? Malafa açısından değerlendirdiğimizde bence bozulmaması mümkün değildir. Karşımızdaki kapalı bir eserdir, açık olduğu yanılsamasını yaratmaktadır ancak tamamlanmış bir kurgusu ve öyküsü vardır ve seyircisini kışkırtırken aslında ona özgür bir müdahale alanı tanımaz. Kendi karar vermediği koşullar içerisinde anlık şoklar karşısında davranmaya zorlanan seyirci bu durumlar karşısında hissettiği rahatsızlık duygusuyla performansın bir parçası haline gelerek neredeyse deneysel bir nesneye dönüştürülür. Tıpkı pornografik imgenin konuşan özne olduğumuz yanılsamasını sunarken bizi konuşulan nesneye dönüştürmesi gibi...
Mesele, günümüzün tiyatro seyircisi olarak neye talip olduğumuz: Bakışımızı yönelttiğimiz eserle kurduğumuz ilişkide zihinsel ve duyusal olarak eserin tamamlayıcısı ve tiyatro performansının yazar, yönetmen ve oyuncusunun yanı sıra dördüncü yaratıcısı olmaya mı? Yoksa çağdaş yaşamın medya araçları vasıtasıyla maruz bırakıldığımız hayattaki edilgen konumumuzu telafi etmek için bakışın yönünü kendimize çevirerek sağladığımız bir tür tatmin duygusuna mı?