Geçen haftalarda, yarım yüzyıla yakın bir süredir ilk kez Türkiye’yi ziyaret eden Dr. Jose V. Çiprut’u ziyareti sonrasındaki izlenimleri ve düşüncelerini bizlerle paylaşmaya davet ettik. Sorularımıza verdiği içten cevapları yayınlıyoruz…
Türkiye’ye bunca seneden beri ilk kez geldiğinizde neler hissettiniz, neler düşündünüz?
Kırk yedi yıllık bir aradan sonra Türkiye’yi pek değişmiş buldum desem kimseyi şaşırtmayacağım herhalde. Atatürk Havalimanı’nın hızlı temposunu arkamızda bıraktıktan sonra, ver elini Karadeniz! Ama Yeşilköy’den Boğaz’a uzanan sıkışık yolda, gözümün içine bakıp hemşehrice gülümseyen, “hoş geldin, bak ben hâlâ buradayım” diyen tek bir bina göremedim. Bana çok cömertçe verilen türlü açıklamalara rağmen, hemen tanıyabileceğim bir semte rastlayamadım. Eskimiş mahalleler, yeni inşa edilmiş alçak ve yüksek her boyda türlü konutlar bir yana, birbirine yüz vermeyen yepyeni iş semtleri… Ve bunların hemen hemen her birinin ortasında, ne ortamlarının geleneklerine ne de çevrelerinin yerel/bölgesel mizacına sadık kalmaya lüzum görmüş bir iki kule… Biraz olsun dönemsel görünür özeni kendine verecek ve - öylesi mevcutsa - Büyükşehir İmar Planına saygı gösterecek yerde, komşu binaya daha üstün görünebilmek hevesine kapılmış, sanki bencil bir hırsla göklere uzanmaya karar vermiş, ikiz ya da üç özdeş tipte, ama zaman zaman biraz taşkın, biri diğerinden iddialı gökdelenler… Uzaklarda, lego misali yoğunca inşa edilmiş, 2000 yıllarının Macau’sunu hatırlatan, boş bakışlı, ruhsuz kent köyleri; arada bir, yüksek ümitlerle başlanmış oldukları belli ancak inşaatı her nedense yarıda bırakılmış iş binaları… Veeeee, nihayet, güzel mi güzel, fakat kalabalık mı kalabalık, erken gençliğimi zevkle geçirdiğim, şimdi mutluca tekrar kavuştuğum eşsiz Boğaz kıyıları; az uzakta, çok şükür henüz çok değişmemiş Adalar. 18 milyonun en az onunu barındırdığı izlenimini veren Marmara’nın uzamış görünen Anadolu yakası. Birkaç gün sonra, genç ihtiyarlamış Yalova, müsterih Bursa, Anadolu’ya bağrını belki de biraz çok açmış İzmir… Tekrar İstanbul. Ve her Allah’ın günü gözleri fal taşı, ağzı apaçık, şaşkın mı şaşkın, hatta şaştığına şaşan, ben! İyi ki İstiklal Caddesi, Tünel, Nişantaşı benzi solmuş rengarenk hatıralarımı siyah-beyaz da olsa gene epey sadıkça canlandırabilecek derecede kendilerini bunca zaman ayakta tutabilmişler…
İlk anda gözünüze özellikle neler çarptı?
Hangi gün nerede bulunursak bulunalım, hemen her adımda dört kere karşımıza çıkan, ancak ne duygu, amaç veya özel vesile ile bu kadar da ısrarla ve o kadar da yoğunca fora edildiğini anlayamadığım, seyrekliğinin daha da vurgulayacağını düşündüğüm ihtişamını hayatımız pahasına söylenmeden korumağa hazır olduğumuz kırmızı beyaz, ay yıldızlı bayraklar… Nedir ki, bu boy boy, eski yeni, kirli temiz, düz ve yan, hatta çarpık – yani bazen de özensizce, dikkatsizce, sanki laf olsun diye asılıvermiş izlenimini veren – bayrakları en olur olmaz yerlerde teşhir edenlerin bazılarında sinsilik, art niyet, sahtecilik aranılsa bulunur mu endişesi beni rahatsız etti. Belki de tesadüfen, hemen hemen her köşede, her köşe arasında ve zaman zaman en yüksek tepelerde, iki veya dört minaresi çok uzaktan görülebilecek şekilde inşa edilmiş yeni yeni camiler. Buna karşın, Haliç’in Fener-Balat iskeleleri arasında sakince, her nasılsa hâlâ ayakta durabilen ve ancak saygıdeğer bir dayanışmanın olası kılabileceği asil sessizliği paylaşan, cana yakın bir cami, güzel bir sinagog ve muhteşem bir kilise: ölmüş zamanların, göçmüş zihniyetlerin, geçip gitmiş komşulukların kolay kolay silinemez, var olduğu istense de yadsınamaz ve buralara yerleşmiş ve yaşamış olanların kesinlikle unutamayacakları basit bir birlikteliğin riyasız izleri…
Sosyal açıdan gözünüze çarpan, düşüncenizi kurcalayan şeyler oldu mu?
Belki yanılıyorumdur ama büyük kent sınırları içinde gayrimenkule yatırılan hatırı sayılır sermayenin önemli bir kısmının İstanbul çıkışlı olduğuna; pencere önlerinden, otobüs, taksi, dolmuş, bisiklet ve hatta at arabası ardından sarkıtılan bayrakların yalnızca vatanseverlik kaygısı ile asıldıklarına ve bu kentin 18 milyonluk halkının gözle görülür geçim sıkıntısına rağmen, günlerinin en önemli saatlerini şehrin sayısız yeni üniversitelerinin ve nedense daha da yoğunmuş gibi görünen camilerinin gerektireceği çok önemli görevleri içten bir fedakârlık ile yerine getirebilmek için gereken zamanı gün be gün sağlayabileceğine inanmak bana ilk andan çok zor göründü.
İkinci günümden itibaren, genellikle birçok genç kadının kentsel günlük kıyafetinde gördüğüm derin ve kesin değişim ise, yıllar önce Anadolu’dan göç edip Avrupa’da geniş aile kurmayı siyasi ve dinsel yönlerden sosyal, hatta kutsal bir görev olarak kabul etmiş olduğunu itiraf eden Konyalı manavın anlamlı gülümsemesiyle kulağıma fısıldadığı cüretkâr ikazını aklıma getirdi: “Türkiye’de sıra artık bizim!” Meğer epey hakkı varmış yabancı diyarlarda yaşamayı tercih eden bu Anadolulu manavın… Meğer aydın Müslüman vatandaşlarımızın kendisini sanki gayrimüslim azınlıktan biriymiş gibi aniden bir köşeye sıkışmış bulan seçkin bir kısmı çoktan beri almaları beklenen devrim trenini kaçırmış da farkına çok ama çok geç varmışmış.
Meğer bu arada ümmet Türkiye’de de gittikçe büyümüş ve genişlemişmiş. Meğer laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, bunca zamandır, ‘ileri düşünür, çağdaş yönetir’ ünlü aydınlarımızdan, hem kul hem de vatandaş sıfatıyla hak ettiğini bildiği sosyal anlayışı, siyasi saygıyı ve altyapısı/üstyapısı ile kanıtlanabilir ekonomik kalkınmayı, ümmet gerektiği gibi elde edememiş, ya da haklı veya haksız o kanaate varmışmış. Meğer alt, alt-orta, orta halk tabakaları, Müslüman-Türk kimliklerini kendilerine en derin, en gerçek ruh rahatlığı ile hem yurtiçinde hem yurtdışında, hem bireysel şekilde hem de ailece ve açıkça, büyük özgüvenle taşıttıracak bir parti keşfetmişlermiş. Ve kendilerini yıllardır ‘üst’ tabaka olarak kabul edip, içi boş bir kibirle kendine dönük ama pek de donuk kalmış olduğu için için sitem edilen Batıcı zümrenin nihayet gözünün içine meydan okurcasına bakarak, uzun zamandan beri hor görüle gelmiş özlemlerine tatminkâr imkân sağlayabileceğine inandıkları o yeni partiye oy vermişlermiş. Meğer oylarının diğer bir kısmını ezelden beri kendine yeni bir düzen vereceğini iddia eden bir başka önemli partiden esirgemişlermiş. Ama sonralardan – kanımca akıl ve sağduyusuna daima güvenilir – milletimizin en değişik tabakaları her iki tarafa da seslerini daha iyi duyurabilmek için iki ön partili demokratik güç dengesine yepyeni bir siyasi anlam yüklemek istemişmiş. Ve son seçimlerde iktidarla muhalefet arasındaki güç farkını küçültmüşmüş. Halkın bu tercihini anlamış iktidar ve muhalefet partileri, dolayısıyla şimdi kendilerine daha genişçe kabule değer bir çehre, daha çağdaş görünür bir gündem sağlamaya çalışmaktaymış, oy veren tarafından benimsenebilir yeni ve ek stratejiler yoluyla… Kısa ziyaretim sırasında duyduğum bazen zıt fısıltıların her biri doğruysa ben bu anlanabilir işe samimiyetle “ne ala” derim. Ama bunca yıldan beri ilk ziyaretim dolayısıyla ilgi vererek izlediğim gazetelerde, TV görüşmelerinde ve ortalıkta dolaşan sözlerde her ağızdan üç ses çıktığından, bu çokça ciddi sorunun, üç haftada bu kadar açıkça, şu kadar basitçe ve o kadar tastamam anlaşılabilecek bir konu olmadığının çabukça farkına varabildim. Çok şükür, dilsiz kulaksız gelmedim ve kör bunak dönmedim. Bu her yönden girift konuya ilgi duymaya devam edebilecek miyim bilemiyorum. Bu, düşündüklerimi olduğu gibi, serbestçe konuşup konuşamayacağıma bakacaktır.
Peki ya olumlu ve olumsuz gelişmeler?
İstanbul’da olumlu bulduğum gelişmeler arasında, en azından birkaçı hatırıma geliyor şu anda: Hiç değilse üst şehir merkezlerinde, dilencilerin azlığı ve o durumdakilerin gelen geçene bir şeyler satabilmek çabasıyla günlük geçim sağlamaya çalışmaları; türbanlıyla türbansızın arkadaşça kol kola gezebilmeleri; küçük mal satıcılarının havaya göre, vakit kaybetmeksizin, ihtiyaca uygun çeşitleri pazara sürebilme kabiliyeti, yani yağmur yağıyorsa derhal şemsiye, güneş çıktı mı derhal gözlük teklif edebilecek bir ticarî girişimcilik ve acil esneklik gösterebilmeleri; kendilerine insanî saygı ve sevgi gösterildiğinde, en değişik sosyal-ekonomik sınıflardan gelen kişilerin aynı gülümserlik, aynı terbiyeli teveccühle o saygı ve sevgiyi doğal bir şekilde, hatta fazlasıyla geri verebilme mizacı ve unutulmamış geleneksel beşerî örf ve adetleri; halk için belediyelerce özenle parklaştırılmış sahil yolları ve bunları akıllı ve duygulu bir cömertlikle tamamlayan banket ve spor aletleri...
İzmir’de ve Çeşme gibi turistik limanlarda ilgimi çeken şeyler arasında ise, kokoreççi Müslümanların Yunanlı Hıristiyanlara bunların kültürlerinin ürünü olan o özel gıdayı alaturka mâkam musikisi ile takdim etmeleri; buna karşılık, İstanbul ve İzmir’in yerli Rumlarını türlü türlü sebeplerle kaybetmiş semtlerinde, Rum müziğinin şimdi o Rumların gıyabında o kadar da aşırı rağbet görebilmesi; Ermenilerin ihtisası olan istimlenmiş midye dolmasının pahalı taklitlerinin damakta bıraktığı ‘ecnebi’ tat ve Çeşme’de yerli dondurma ve tatlıya eklenilen sakızın hâlâ ‘hemen şu karşıdaki adadan’ getirilmesi ihtiyacı.
Bursa’da Ulu Cami gibi tarihî, vakur ve kutsal bir ibadet yerinin, FSM köprüsüymüş gibi geceleri renkleri devamlı değişen ışıklarla donatılması beni her ne kadar şaşırttı ise de, şehir içinde görünen sakin ve samimî dindarlık, ufak bir mabette müezzinin kendi sesiyle kıldırdığı namaz, bana şehrin dinî kimliğini ruh serinliğiyle keşfedip kabullendiğine inandırabildi. Yeşil Cami’de annesi dua edip namaz kılarken, henüz anlayamadığı dinini kendi dilinde okuyamadığı duayla kutlayacağına, anasının beden hareketlerini taklit yoluyla te’sit ederken sol gözünü “kimse bakıyor mu” diye yana kaydıra duran küçücük genç kıza karşı duyduğum şefkat, başka bir köşede annesinin namazını bitirmesini beklerken dondurmasını bıkkınlıkla yalayan küçücük oğlana beslediğim hoşgörüden çok fazlaydı. Bence, İstanbul’un Bursalaşıp Bursalaşmayacağı, Bursa’nın İstanbullaşıp İstanbullaşmayacağı, eninde sonunda Ankara’nın bakışının ne yöne döneceğine bağlı kalacaktır; o kadarını çok kısa zamanda hissedebildim.
Yazın bazı öğleden sonraları merhume annem gibi hanımefendilerle briç oynayan Sayın Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın zamanından bu yana Yalova Termal Oteli’nin içine düşmüş olduğu duruma çok ama çok üzüldüm desem abartmış olmam derin hayal kırıklığımı. Yalnızca dokuz ay evvel yeniden açılan o otelin zor açılabilen balkon kapılarına mı, sevimsiz lokantasının Sovyet tipi yeni görüntü ve acayip üslubuna mı daha fazla üzülmeli, bilemedim. Devletler otelcilik mesleğini ihtisas sahibi özel sektöre bıraksalar, iyi olur derim. Eskiden bakmaya bile tenezzül etmediğimiz, üst tepede unutulmuş kalmış, köhne Büyük Otel’i devletten satın alıp da 200 milyon dolarlık bir yatırımla zengin Arapların kuşkusuz derhal âşık olacağı, iç döşemeleri yaldızlı kırmızı-beyazlı, dış görünüşü fevkalâde bir saraya çevirebilen kişi veya şirkete bravo; her ne kadar zamanında Baden-Baden’e benzer şekilde inşa edilmiş olduğu söylenen Termal Oteli’nin, erken gençliğimdeki - gösterişsiz de olsa çok vakur ve sahiden de asil, gürültüsüzce muhteşem - halini için için özlemeğe hâlâ tüm kalbimle devam ediyorsam da…
(devam edecek)