20. yüzyıl boyunca modern devlet mekanizmasının tesis edilip gelişmesine şahit olan İran toplumu, buna paralel olarak 20. yüzyılın başından bu yana ciddi toplumsal değişimler geçirmekte. İran’ı anlamak ancak bu değişimleri anlamakla mümkün olabilir
20. yüzyıl boyunca modern devlet mekanizmasının tesis edilip gelişmesine şahit olan İran toplumu, buna paralel olarak 20. yüzyılın başından bu yana ciddi toplumsal değişimler geçirmekte. İran’ı anlamak ancak bu değişimleri anlamakla mümkün olabilir
Yazıma, kökleri binlerce yıl öncesine dayanan İran’ı, o kültürün anadili olan Farsçayı bilmeden incelemenin yazar ve okuyucular için ne kadar büyük bir kayıp olduğunun belirterek başlamak istiyorum. Bu yazıda da olduğu gibi, bu kadar köklü bir kültürü yabancı kaynaklardan yararlanarak incelemek nispeten eksik bir resim ortaya çıkartacaktır. Ancak Darius ve Kiros (Cyrus) gibi tarihe mal olmuş krallar yetiştirmiş, Şahname gibi bir destanı yaratabilmiş ve bünyesinden Ömer Hayyam gibi düşünürler çıkartabilmiş olan bir kültür önyargılardan, ya da basite indirgenmiş analizlerden çok daha fazlasını hak ediyor. Modern İran’ı anlamaya çalışırken incelememiz gereken en önemli konular; İran’ın devlet geleneği, 20. yüzyılın başında bu devletin içinde bulunduğu durum, İran’ın parçası olduğu coğrafya ve son derece dinamik bir yapıya sahip olan İran toplumunun içinde meydana gelen sosyolojik değişikliklerdir. Coğrafya ve stratejik önem İran’ın içinde bulunduğu coğrafya İran halkının ve siyasetçilerinin algılamalarında önemli bir yer teşkil eder. İran Şii bir devlet olmasına rağmen ağırlıklı olarak Sünnilerin çoğunlukta olduğu bir bölgede bulunur. Buna ek olarak Arap değil, Fars olan İran kendisini Arap devletlerinin arasında çevrelenmiştir. İsrail gibi İran da bölgede kendisini güvensiz bir konumda görür. İsrail’in sahip olduğu gibi, Afganistan ve Irak gibi son derece istikrarsız sınır komşularına sahip olan İran, yakın geçmişte, yine İsrail gibi, komşularından biri olan Irak tarafından işgale uğrar. Bir de buna XVIII. yüzyıldan itibaren İran’ın iki büyük imparatorluk olan Rusya ve İngiltere’nin egemenlik alanında olmasını da ekleyebiliriz. Bu iki devletin sürekli olarak İran’ın iç işlerine müdahil olmaları ve özellikle 20. yüzyıldan itibaren İran petrollerini elde etmek için bu ülkeye her türlü baskıyı yapmalarını eklersek, İran’daki Batı karşıtı söylemin kökenlerinin nereye uzandığını daha iyi anlayabiliriz. Devlet mekanizmasının dönüşümü ve toplumsal değişim 20. yüzyıl’ın başında Kaçar Hanedanı’nın yönetmekte olduğu İran incelendiğinde, en göze çarpan durum, devlet mekanizmasının son derece zayıf olması, merkezi yapının ancak Tahran ve etrafında kontrolü sağlayabilmesi ve ülkenin geri kalanının Şah’dan neredeyse yarı bağımsız bir şekilde toprak sahibi onlarca kuvvetli ailenin egemenliğinde olmasıydı. 20. yüzyılın başında İran’ın en büyük sorunu vergi toplayacak devlet mekanizmasının olmamasıydı. 1906 yılında meydana gelen anayasa devrimiyle beraber, İran’da bir meclis kurulurken, Şah’ın yetkileri kısıtlandı ve vergi toplama sorununa bugün hepimizi şaşırtacak bir çözüm getirildi. Yeni açılan meclis, İngiltere İmparatorluğu’nun aksine o dönemde sömürgecilikle hiç bir alakası olmadığı düşünülen ve en iyi niyetli Batılı güç olarak kabul edilen ABD’den, Morgan Shuster isimli bir uzmanı İran’a getirtti ve kendisinden maliye bakanlığını yeniden düzenleyerek devleti vergi toplayabilir hale getirmesi istendi. Bu şekilde vergi toplayabilecek olan devletin daha sağlam temellere oturması hedefleniyordu. Fakat İran’daki devlet mekanizmasının gelişerek sadece Tahran’a değil, ülkenin tümüne yayılması, 1925 yılında İngilizlerin desteğiyle tahtı ele geçiren Rıza Şah döneminde gerçekleşti. Demir bir yumrukla ülkeyi yöneten Rıza Şah, kendisine rakip olarak gördüğü birçok toplumsal hareketi bastırırken, petrol gelirlerinin artmasından yararlanarak İran’da devlet mekanizmasını genişletmeyi başardı. Rıza Şah, 1934 yılında, o zamana kadar Pers ülkesi (Persia) olarak bilinen ülkenin ismini, ‘Persia’ isminin Kaçar hanedanının düşüşüyle özdeşleştiği ve İran isminin ise tarihteki görkemli Aryanlarla özdeşleştiği gerekçesiyle, İran olarak değiştirtti. 1925’de yönetimi ele geçirdiğinde 245 milyon Riyal olan toplam bütçe geliri, İkinci Dünya Savaşı sırasında İran’ın İngiltere ve Rusya tarafından işgale uğraması sonucu tahtını terk ettiği 1941 yılında, 3,5 milyar Riyal seviyesine ulaşmıştı. Rıza Şah, okullara kayıtlı öğrenci sayısını, bakanlıkların ve bu bakanlıklarda çalışan bürokratların sayısını ciddi biçimde arttırırken, İran ordusunun da gelişimini sağladı. Bu dönemde bir belirsizlik ve korku atmosferi yaratan, muhalif olabileceğini düşündüğü güçleri acımasızca ortadan kaldıran ve meclis ile ordunun kendisinden şiddetli bir şekilde korkmasını sağlayan Şah, ardında güçlü bir devlet mekanizması bıraktı. Rıza Şah’ın tahttan ayrılması ile 1953’te oğlu Muhammed Rıza Şah’ın İran’da kontrolü tamamen ele geçirmesi arasındaki 12 senelik dönemde, hem 1979’da meydana gelecek olan İran devrimi açısından hem de İranlıların Batılı güçler ile ilgili algıları açısından son derece önemli bir gelişme yaşandı. Rıza Şah tahta çıktığı dönemde, buna şiddetle karşı çıkmış olan Dr. Muhammed Musaddık tekrardan aktif siyasete dönerek, önce kendi etrafında ilerlemeci, milliyetçi ve anayasacı güçlerden oluşan bir blok oluşturmayı başardı ve daha sonra da başbakanlık koltuğuna oturdu. İlk olarak İran Komünist Partisi Tudeh tarafından dile getirilen İngiliz-İran Petrol Şirketi’nin millileştirilerek İranlıların kontrolüne geçirilmesi fikri Musaddık tarafından da ateşli bir şekilde savunuluyordu. İngiliz-İran Petrol Şirketi’nin millileştirilmesi, donanmasının petrol ihtiyacının %75’ni buradan karşılayan ve petrol gelirlerini kendi devletleri için önemli bir maddi kaynak olarak gören İngilizler için bir kâbus niteliği taşıyordu. Musaddık’ı devirmek isteyen İngilizler ABD Başkanı Harry Truman’dan yardım talep etmişler ancak Truman’ın böyle bir şeye kalkışmamaları gerektiği yönündeki sert tepkisiyle karşılaşmışlardı. Ancak Truman’dan sonra göreve gelen ABD Başkanı Dwight Eisenhower, uluslararası siyasete sadece soğuk savaş perspektifinden bakıyordu ve İran’da komünistlerin güçlenmekte olduğunu, petrol şirketinin millileştirilmesinin Batı’ya bir darbe vuracağını düşünerek İngilizlerin Musaddık’ı devirme planına destek verdi. 1953 yılında ABD ve İngiltere tarafından yürürlüğe konulan Ajax Operasyonu Musaddık’ı devirip, Muhammed Rıza Pehlevi’yi İran’daki mutlak güç yaparken ardında iki kuvvetli miras bıraktı. Birincisi, halen bugün bile İran’da kuvvetli bir şekilde kendini hissettiren Batı ve özellikle ABD karşıtlığıdır. İranlılar o dönemde gelişmekte olan demokrasilerinin Amerikalılar tarafından kesintiye uğratıldığını düşünmeye başladılar. İkinci önemli sonuç ise, Musaddık’a karşı yapılan bu darbe, Mussaddık’ın etrafında toplanan, ilerici, milliyetçi ve liberal güçlerin bastırılmasına ve siyasi sahnenin, 1953’den sonra ülkede tek meşru muhalefet kanalı olarak ayakta kalan, ulemaya ve siyasal İslam’a kalmasına neden oldu. Birçok gözlemci 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi’nin temellerinin 1953’te atıldığını savunur. 1953 yılından itibaren İran’da tüm gücü elinde toplayan Muhammed Rıza Şah, ilk dönemlerde demokrasi ve çoğulculuk fikrine daha açık olmasına rağmen, ilerleyen dönemde gizli servisi SAVAK’ı kurup muhalefeti bastıran, iki partili siyasal sistemden tek partili parti devleti sistemine geçen, insan hakları ihlallerini umursamayan bir lider görünümündeydi. Fakat Muhammed Rıza Şah, bunların yanında ‘Beyaz Devrim’ uygulamalarıyla, babasının döneminde olduğu gibi devlet mekanizmasını genişletmeye devam eden bir lider portresi de çizdi. Ordunun baskın ve sadece kendisine bağlı olduğu bir siyasal sistem yaratan Muhammed Rıza Şah, ilk iş olarak savunma bakanlığının ismini değiştirip ‘savaş bakanlığı’ yaparak, sivillerin bu işe karışmaması gerektiğini ve bu gibi önemli konularda patronun kendisi olduğunu gösterdi. Bu dönemde ABD ile yakın ilişkiler kuran Şah, askeriyeye önemli miktarda paralar harcayarak İran ordusunu Ortadoğu’nun en önemli ordularından biri haline getirdi. Ancak Şah, İran’ın en temel ve en ateşli problemlerinden biri olan, petrol gelirlerinin adilane bölüşümü sorununu çözemedi. 1970’lerin ortalarına gelindiğinde İran eşitsizliklerin hüküm sürdüğü, özellikle Tahran’ın kuzeyinin bir refah cenneti olduğu ve ülkenin geri kalanın fakirlik içinde yaşadığı bir topluma dönüştü. 1975 yılında yapılan bir anket o dönemde İran’da en zengin %10’luk kesimin toplam harcamaların yaklaşık %38’ini gerçekleştirdiğini, en fakir %10’luk kesimin ise toplam harcamaların sadece %1,3’nü gerçekleştirebildiğini ortaya koyuyordu. Artan eşitsizliğe ek olarak 1970’li yıllarda tüm Ortadoğu’da meydana gelen dört önemli gelişme; hızlı şehirleşme, aşırı nüfus artışı, işsizlik ve kırsal kesimlerden şehirlere göç, İran’da da patlamaya hazır bir işsiz ve umutsuzlar ordusu meydana getirmişti. 1975 yılında meydana gelen enflasyonu bastırmak adına, Şah’ın pazar esnafını fiyatları sabit tutması yönünde baskı altına alması ise bardağı taşıran son damla oldu. Bu dönemde Şah’ın baskısından bunalan kesimler Ali Şeriati ve Ayetullah Humeyni’nin fikirlerinden de etkilenerek Şah yönetimine baş kaldırdı ve 1979 yılında İran İslam Cumhuriyeti doğdu. 1979 sonrası İran Devrim sonrası İran bir anda kendisini önemli krizlerin içinde buldu. Yeni anayasa çalışmaları sırasında bir türlü konsensus sağlanamadı. Ülkede tekrardan bütünlüğün sağlanmasını ve halkın rejim sonrası ortaya çıkan görüş farklılıklarını unutup yeni rejimi desteklemesini, Irak’ın İran’a savaş açması sağladı. Bu dönemde bir taraftan ABD ile esir diplomatlar krizi yaşarken diğer taraftan da sekiz sene boyunca Irak’la kanlı bir savaşa tutuşan İran, Irak’ın kendisine yönelik kimyasal silah kullanımına şahit oldu. Stephen Kinzer gibi bazı uzmanlar, kökleri Muhammed Rıza Şah dönemine dayanan İran’ın nükleer programının, İran-Irak savaşında yaşanan bu travmadan sonra İranlı karar alıcıların zihninde daha da önem kazandığını savunurlar. Yeni rejim, son derece pragmatik bir şekilde davranarak, Muhammed Rıza Şah’ın kurmuş olduğu devlet mekanizmasını, en tepedeki devlet görevlileri hariç, tamamen korudu ve genişletmeye devam etti. Dolayısıyla tüm önyargı ve yanlış anlamalara rağmen, İran aslında Ortadoğu’da birçok Arap devletinin aksine, son 85 senedeki çabalarıyla kuvvetli bir merkezi otoriteye sahip modern bir devlet mekanizmasını başarıyla tesis edebilmiş bir devlettir. 1988 yılında Irak’la olan savaş sona erdikten sonra, İran ekonomik kalkınma hedefine yöneldi. 1990’lı yıllarda ekonomik liberalizasyon ve Muhammed Hatemi önderliğinde ılımlı politikaları hayata geçiren İran, bugün nükleer programı ile ilgili olarak uluslararası siyasetin önde gelen gündem konularından biri olmuş durumda.