İleride 2011 yılının analizini yapanlar, muhtemelen bu dönemi, Arap dünyasında görülen isyanlarla anacaklar. Tunus’ta başlayan ve daha sonra Mısır’ı etkisi altına alan sokak hareketleri, Magrib’in diğer ülkeleri Fas ile Cezayir’den Yemen’e, Bahreyn’e, hatta Ürdün’e ve daha da şaşırtıcı olanı, Libya’ya da sıçramış durumda.
Lübnan’daki krizle, İsrail-Filistin sorunu uzun zamandır gazete manşetlerinden düşmüş, tedirgin gözler körfez ülkelerine çevrilmiş, Suudi Arabistan’a ve diğer petrol zengini otoriter Arap emirliklerine bakıyor
Mısır’da Hüsnü Mübarek gibi bir müttefikini ‘demokrasi uğruna’ gözden çıkarmak durumunda kalan ABD’nin, iş petrol ile doğrudan ilgili coğrafyaya kaydığında, o denli rahat olup olamayacağı tartışmaya açık bir konu. Öte yandan, Arap sokaklarındaki ayaklanmaları kendi hanesini başarı yazmak isteyen İran’ın hali ise belirsiz. Geçtiğimiz hafta Tahran sokaklarında yaşanan muhalif gösteriler, işlerin burada da karışık olduğunun göstergesi. Benzer protestolar Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı bir kez daha göreve getiren son seçimlerin ertesinde de yaşanmıştı. Gerçi sokaktaki muhalefetin zaman zaman iktidarı destekleyenler tarafından dengelendiği olmuyor değil ama insanların kendilerine deli gömleği giydirmeye çalışan liderlik yapısından hoşnut olmadıklarını ifade etmekten artık kaçınmadıkları bir gerçek. Uzun zaman Osmanlı idaresinde kaldıktan sonra, 19. yüzyıl sonundan itibaren Avrupalı devletlerin denetimine giren Arapça konuşan ülkeler, kültürel yapılarından olsa gerek, demokratik teamüllerle yönetilemediler. Bilgiyi, tecrübeyi, liyakati taçlandırmaktan uzak, aileyi ve geleneksel pederşahi – belki de feodal demek gerek – toplum yapısını öne çıkartan sosyal yapı içinde, insanları yönetmek, onlara hizmet etmekle eş anlamlı değil. Böylesi bir yapı içinde yaşanan, halkın istek ve gereksinimlerini göz ardı eden veya bununla çok ilgili olmayan kişilerin liderliği olmuştur. Arap dünyasında darbeler demokrasi getirmedi Söz konusu ülkelerin hemen hepsi bağımsızlıklarına kavuştukları tarihten bu yana darbe görmüş, ancak yine hemen hepsinde bu darbeler, halkın tercihi olmak bir yana, otoriter rejimlerin yerine totaliter olanlarını getiren ve dayatan olaylar haline dönüşmüştür. Suriye’den Mısır’a, Irak’tan Libya’ya ve daha ötesinde, İran’a dek uzanan coğrafyada, sanki bu böyle olmuştur. Bu tarihe dek, Filistinli mültecilerin Eylül 1971’de Ürdün’den kovulmalarına neden olan ayaklanmalarından bu yana, aynı paralelde değerlendirilmemesi gereken Lübnan İç Savaşı’nı saymazsak, Arap ülkelerinde – çok cılız olanları bir yana – hemen hiçbir rejime muhalif halk gösterisi olmamıştır. Mısır’daki Müslüman Kardeşler örneği veya buna benzer, ilgili rejim tarafından kanun dışı ilan edilen hareketler ise, halkın genelinden kopuk, ülkenin güvenlik güçleri tarafından bastırılmıştır. Ancak bu, Ortadoğu’da, eski dünyanın uzlaşı kültüründen mahrum bu köşesinde, hiç halk ayaklanması olmamıştır anlamına gelmez. Filistinlilerin İsrail askerlerine taşlarla sopalarla saldırdıkları ve İsrail’i dünya kamuoyu önünde ‘saldırgan’ olarak mahkûm ettirdikleri intifadalar, Arap milliyetçiliğinin sayfalarında önemli yer almakta şüphesiz. Filistin’deki Arap isyanının tarihi, Arap gençlerinin o dönem siyasi otoritesine (İngiliz Manda Yönetimi) başkaldırdıkları 1936 yılına dek geri gider. Hatta belki de bu isyanının izini, Yahudilere karşı girişilen 1929 Hebron katliamında veya 1920 Kudüs Nebi Musa saldırılarında aramak mümkün. 1917 Kasımı’nda yayınlanan Balfur Deklarasyonu ile başlayan süreçte Ortadoğu’nun çöl ve bataklıkla kaplı bu bölgesine olan Yahudi ilgisinin ve buna bağlı göçün artması ile Arap huzursuzluğu tavan yapar. Arap ayaklanmaları önce kötü kadere, sonra Yahudilere karşı başlar; daha sonra da onlara destek olmakla suçlanan İngilizler nasiplerini alırlar. Araplar o dönemlerde, Yahudiler inşa ederken, hep isyan ederler. Yahudiler okullar, üniversiteler, hastaneler, kentler kurarken, toprağı ıslah ederken, Araplar isyan ederler. Yahudiler toplumsal hayatı kurumlarla beslerken, işçi sendikaları, iş bulma kurumları, sanayi tesisleri kurarken, Araplar isyan etmeye devam ederler… Sayıları az olan Arap entelektüelleri Yahudilerin bölgedeki yapılanması karşısında, benzer bir girişimi beceremeyen kendi toplum liderlerine karşı sert eleştirilerde bulunurlar. O yıllarda bir eğitmen olarak görev yapmakta olan Halil El-Sakakini’nin günlüğüne düştüğü not, bugüne bakıldığında geçerliliğini koruyor gibi… “Tek bir halk olmak, tek bir sistem altında eğitilmek, tek bir kültürle yoğrulmak ve tek bir umuda bağlanmak: Dağınık yaşayan Arapları bir araya getirecek formül budur. Bu gerçekten milliyetçi olan kişiler için zor ancak olanaksız değildir. Yerleşebilecek ve yaşantılarımızı kurabilecek yerimiz var; kullandığımız bir dilimiz var; bir kültürümüz var… Ve bunlar bize özgürlük getirebilir”… Ancak, aile ve gelenekler, ulusun önündedir: “Kudüs’te her ailenin, adeta kanına işlemiş bir geleneği vardır. Babadan oğla geçen bu temeller her şeyin önündedir: Ailenin çıkarı her çıkarın önündedir; ailenin etkisi her etkinin üstündedir. Aile, her hangi bir seçimde, ehil olanı değil, kendi büyüğünü ya da büyüğünün işaret ettiği kişiyi seçer. Aile içinde, en bilgili, en milliyetçi, en üstün niteliklere sahip olan kişi baba, amca ya da ağabeydir.” (*) Muhtemelen o dönemlerdeki Arap isyanının başarıya ulaşmamasının önemli bir nedeni işte budur. 1948 sonrası dönemde, İsrail – Arap savaşlarının yarattığı travma içinde, mülteci barakalarında nafile koşullarda yaşamaya mahkum edilen yeni neslin ayaklanması ise, Arap başkentlerinin politik çıkarlarına kurban edildi, zaman içinde. Bir toprak sorunu olarak ortaya çıkan ve bugün içinden çıkılmaz hale getirilen İsrail – Filistin çekişmesi, ülkelerini demir yumrukla yöneten Arap liderler tarafından sömürüldü, iç siyaset malzemesi yapıldı. İsrail, Arap sokaklarında şeytanlaştırılırken, tüm kötülüklerin kaynağı olarak gösterilirken, bugün insan kalabalıklarını meydanlara döken nedenler es geçildi. Bugün İsrail – Filistin sorunu bölgedeki tek sorun değil. Bugün bölgede üstünde ciddi bir şekilde durulması gereken bir başka konu, toplumların demokratikleşmesidir. Bin Ali’nin Tunus’u terk etmesi ya da Mübarek’in iktidarı devretmesi sokakları geçici bir şekilde yatıştırmış olabilir. Ancak toplumların gerçek refaha ulaşmaları için, fırsat eşitliğinin, insan özgürlüklerinin tabana yayılması için, iktidar değişiklikleri yeterli değildir. PEW Enstitüsü’nün 12 Nisan – 7 Mayıs 2010 tarihleri arasında, halkının Hüsnü Mübarek’in gidebileceğini düşlerinde dahi görmedikleri bir tarihte, Mısır dahil altı İslam ülkesinde yaptığı araştırmanın sonuçları, bu konuda bazı ipuçları veriyor aslında. Mısır’da halkın yüzde 59’luk bölümü demokrasiyi bir yönetim şekli olarak kabul ederken, yüzde 22’lik bölümü bazı gerekli hallerde demokratik olmayan yönetimlerin gerekli olduğunu ifade etmiş. Yüzde 16’lık umutsuz bir halk kitlesi ise, yönetim esaslarının kendi yaşantısı için belirleyici olmadığı kanısında. Türkiye, Arap dünyasına model olabilir mi? Bir fikir vermek açısından, aynı çalışmanın Türkiye ayağındaki tespitlerini de ortaya koymakta yarar var: Türkiye’de halkın yüzde 76’sı demokrasinin diğer yönetim şekilleri arasında tercih edilmesi gerektiğinde mutabık kalıyor. Bazı gerekli hallerde demokrasi dışı bir sisteme ihtiyaç olabileceğini ifade edenlerin oranı ise sadece yüzde 5… Muhtemelen küskünler olarak adlandırmamız gereken yüzde 5’lik bir kesim için ise, hangi rejimle yönetildiği önemli değil. Kendilerine soru yöneltilen geri kalan yüzde14’lük bölüm ise cevap vermekten imtina etmiş. Uzun bir demokrasi geleneğine sahip Müslüman bir ülke kimliği ile Türkiye bu aşamada Arap dünyasına model teşkil edebilir mi? Arap dünyası, ‘egemenliğin kayıtsız şartsız halkın’ olduğu bu sistemi sindirebilir mi? Türkiye, bir süredir yitirmeye yüz tutan toplumsal mutabakatı sağlamadan, model ülke olarak kabul edilebilir mi? Yoksa model İran mı olur? Demokrasi sabır gerektiren bir sistemdir. Kırılgandır. Üzerinde emek harcanması esastır. Sevgili gibidir… Korumak, kollamak, yaşatmak için çaba göstermek ve ona kayıtsız şartsız güvenmek gerekir. Devlet gelenekleri kuvvetli olmayan, hukuk sistemleri gelişmemiş toplumların, irdelemeyi beceremeyecek kadar eğitimsiz halk yığınlarının, sorgulanmayı saygısızlık kabul edecek kadar tahammülsüz siyasetçilerin, demokrasiyi yaşatmaları pek zor gibi görünüyor. Mısır ve Tunus’ta devrimin yeniden otoriter yönetimler üretmesi ya da İran’dakine benzer din odaklı rejimlerin buradaki siyasi boşluğu doldurmaya aday olması bölgede sıkıntı yaratacaktır şüphesiz. Bu hem Ortadoğu’daki barış dengesi açısından önemli, hem de meydanlarda ‘gidenlere’ karşı tepkisini ortaya koyanların taleplerini karşılaması açısından… Tabii ki talepleri gerçekten demokratikleşmekse…