Laurence Salzmann ile eşi Ayşe Gürsan-Salzmann 25 yıl kadar önce, hayranlık uyandıracak bir arşiv çalışması yaptılar. Türkiye’yi karış karış gezerek Yahudi toplumuna ait izler aradılar: bir mezar taşı, bir sinagog, bir okul, bir binanın duvarındaki İbranice bir harf onlar için yol gösterici oldu.
Laurence Salzmann gördüklerini fotoğrafladı, antropolog/arkeolog eşi Ayşe Gürsan-Salzmann ise seyahat notlarını yazdı – kitapları bu şekilde ortaya çıktı. İstanbul ziyaretleri sırasında Laurence Salzmann ile görüşme fırsatım oldu
1984’te Hahambaşılık tarafından Türkiye’deki Yahudi yerleşimlerini ve sinagogları belgelemek üzere davet edildiniz. Bu proje Beth Hatefutsoth Müzesi tarafından da desteklendi. Bu projenin yıllar süren bir serüvene dönüşmesinin sebebi neydi?
Aslında ilk başta, bu projenin en fazla 2-3 ay sürmesi bekleniyordu ve İstanbul dışında yaşayan ya da bir zamanlar yaşamış olan Musevi Cemaatlerini belgelemek amaçlıydı. O dönemde, İstanbul bu projeye dâhil değildi. Türkiye’de gerekli izinleri almak umduğumuzdan daha uzun sürdü. Bu yüzden ilk dört ayımızı, yolculuklarımıza başlamamız için gerekli izinleri almakla geçirdik. Projenin belli bir sürecinde, ikinci kitabımıza malzeme oluşturacak bölüm üzerinde çalıştım. Ve bu süreçte, projemin o dönemde İstanbul’da yaşayan Musevi Cemaati’nin genel bir portresini de kapsaması gerektiğini düşündüm; ayrıca bu cemaatin öyküsünü anlatacak olan bir film hazırlama ihtiyacını da hissettim. Tüm bu detaylar birleştirilince, sanırım neden bu kadar uzun sürdüğü anlaşılıyor. Hatırlarsanız, Roma da tek bir günde inşa edilmemişti. Esas projemi inşa etmeden önce yararlanacağım modeli yapmak bile, ilk başta düşünülen 2-3 aydan çok daha uzun bir zaman gerektirdi.
Bizler her zaman Türk Musevi Cemaati’nin “kendine özgü” olduğunu söyler dururuz. Ya siz bizim Türkiye’deki 500 yılı aşkın tarihimiz ve geleneklerimiz hakkında ne düşünüyorsunuz?
“Kendine özgü” demekle neyi kastettiğinizi çok iyi anlayamadım. Ben daha çok “benzersiz” sözcüğünü kullanmayı tercih ederdim. Benzersiz diyorum, çünkü azınlık olarak yaşadığı bir ülkede bu kadar uzun süre hayatta kalmayı başarabilmiş ve diğer azınlıklardan daha fazla gelişebilmiş bir cemaat. Öylesine benzersiz ki, büyük başarılara imza atmış. Bence Sefarad geleneklerinin ve Judeo-Espanyol lisanının günümüze kadar bozulmadan gelmesi, bu benzersizliğin kanıtı.
İlk kitabınız “Anyos Munchos i Buenos” önce 1991’de Blue Flower Press tarafından, ikinci baskısı ve Türkçesi ise 2003’te Gözlem Kitap tarafından yayınlandı. Şimdi Libra Yayınları’ndan “Travels in Search of Turkey’s Jews” adıyla bir kitap çıkarttınız. İçerik açısından bu yeni kitabın öncekinden farkı nedir?
Anyos Munchos i Buenos, Libra Yayınları tarafından basılan Travels in Search of Turkey’s Jews adlı kitabımızdan çok farklı. Yeni kitabımız, Türkiye’nin genelindeki Yahudileri bulmak üzere yaptığımız seyahatlerin kapsamlı bir dökümünü barındırıyor. Oysa Anyos Munchos i Buenos, aynı isimle tasarlanan ve 1990’larda dünyanın tam 40 noktasına yolculuk etmiş olan bir fotoğraf sunumu için hazırlanmış bir katalogdu. Her ne kadar ilk kitabımızda yer alan bazı fotoğrafların “Travels in Search of Turkey’s Jews”da yayınlandığı doğru olsa da, “Anyos Munchos i Buenos” 80’lerin ortalarında, farklı cemaatler hakkında yaptığımız araştırmalardan elde ettiğimiz eksiksiz metinleri içermiyordu. İkinci kitabımız hem bu metinleri, hem de daha önce yayınlanmamış yeni fotoğraflar barındırıyor. Ayrıca ilk kitabımız genelde İstanbul’daki Musevi Cemaati üzerinde yoğunlaşmıştı, oysa “Travels in Search of Turkey’s Jews” İstanbul haricindeki ve kırsal cemaatleri kapsamaktadır.
Türkiye Yahudilerinin uzun geçmişini, örf ve adetlerini, geleneklerini kayıt altına alan bu yeni kitabın farklı ülkelerdeki üniversiteler ve Yahudi müzelerinde yer alması için girişimleriniz var mı?
Elbette, Libra Yayınları’nın Avrupa’daki ve Amerika’daki üniversitelerle çok iyi bağlantıları ve yeni kitapla ilgili çok güzel düşünceleri var. Kitaba “Türkiye’deki Sefaradlar” filminin DVD’sini ekleme fikri, bu projenin daha geniş bir çevreye dağıtılması, çeşitli üniversitelerin ders programlarına eklenmesi ve Yahudi Yaşamı ile ilgili arşivlerde yer alması için iyi bir fırsat.
1960 yılından beri fotoğraf ve film yapımcısı olarak çalışıyorsunuz. Antropolog/arkeolog olan eşiniz Ayşe Gürsan-Salzmann ile Türkiye Yahudileri dışında işbirliği içinde çalıştığınız başka projeleriniz oldu mu?
Evet, oldu. The Last Jews of Radauti (Radauti’nin Son Yahudi’si) adlı projemiz Dial/Doubleday tarafından yayınlandı. Ayşe bu kitabın metinlerini yazdı ve röportajları konusunda yardımcı oldu. Yine ikimizin birlikte, Washington’daki Smithsonian Magazine’de ilk başta bir makale olarak hazırlanan ve 1970’lerin ortalarında Transilvanya’daki (Romanya) göçebe çobanları belgeleyen bir projemiz vardı – bu makale daha sonra Mioritza ismiyle kitap olarak yayınlandı. Son dönemde ise, Orta Anadolu’daki Gordion Projesi için kısa bir film ve fotoğraf çalışmam oldu. Burası, Kral Midas’ın mezarının bulunduğu çok önemli bir arkeolojik alan… Bu çalışmamı, Gordion Projesi’nin yardımcı başkanı olan Ayşe için yaptım. Geçen yaz, Gordion’daki müzede bu çalışmanın bir sergisi düzenlendi.
Bu işbirliğinin artıları nelerdir?
Birlikte çok fazla zaman geçirebiliyor ve ortak ilgi alanlarımızı paylaşabiliyoruz. Artı, birbirimiz için “bedava” çalıştığımızdan, birbirimize verdiğimiz desteği üçüncü bir şahıstan almak zorunda kalmıyoruz, bu da büyük bir avantaj tabii. Ayşe’nin kalemi çok kuvvetli ve ben de güzel fotoğraflar çektiğimi düşünüyorum – daha doğrusu umuyorum.
Yeni kitabın arka iç kapağında yer alan “Türkiye’deki Sefaradlar” DVD’sini nostaljik duygularla seyrettik. Filmin çekiminden bu yana 30 yıla yakın bir süre geçti. Yahudi toplumunun yaşam tarzı da giderek değişime uğradı. Sizin gözlemlediğiniz farklılıklar oldu mu?
Elbette ki değişiklikler oldu. Ama bu değişiklikleri “kökten” değişiklikler olarak nitelemek abartılı olur. Eklemem gerekir ki, 1989’da Türkiye’den ayrıldığımdan bu yana burası ile ilişkimi neredeyse tamamen kestim, bu yüzden fark ettiğim değişiklikler, kendi gözlemlerimden ziyade cemaat mensupları ile son dönemde yapmış olduğum karşılıklı görüşmeler sırasında vardığım genel kanılarla sınırlı. Politik açıdan, günümüz Türkiye’sinin, 1980’lerden oldukça farklı olduğunu biliyorum. Bunun Musevi Cemaati açısından daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğu konusundaki kararı cemaat mensuplarına bırakmayı tercih ediyorum. Neve Şalom Sinagogu’na yapılan saldırılar sırasında, Türk halkının Türk Musevi Cemaati’ne büyük yakınlık göstermiş olduğunu düşünüyorum. Türkiye-İsrael ilişkilerinin giderek bozulduğu göz önüne alınacak olursa, belki de bu eski yakınlık.
Filmde Adalar’ın görüntüleri ve Yahudi toplumunun yaz aylarındaki yaşamı ayrıntılarla yansıtılıyor. Bu amaçla iki yazınızı Büyükada’da geçirdiniz. Bu dönem anılarınızda nasıl yer alıyor?
Büyükada’da yazlarımızı geçirmek çok değişik bir deneyimdi; çok huzurlu ve çok eğlenceli günlerdi. İki yazımızı geçirdiğimiz adalardan geriye çok hoş anılarımız var. Örneğin, Horozlu Gazino’da oturup kanasta oynayan ve büyükannelerinin bir zamanlar kendilerine mırıldanmış oldukları Judeo-Espanyol şarkıları birbirlerine söyleyen bayanlar. Ayrıca, adada oturduğumuz dönemde Karen Gerşon ile güzel sohbetler ettiğimizi, Musa Albukrek ve ailesiyle tanıştığımızı hatırlıyorum. Tenis oynamak, yüzmek, ada sahillerinde uzun yürüyüşlere çıkmak, hepsi çok hoştu. Rum Manastırı’nın hemen altında bir ev kiralamış ve gerçekten de iki muhteşem yaz geçirmiştik.
Yıllar önce, tüm ülkeyi dolaşarak Türkiye Yahudilerinin izini sürdüğünüz bu serüvende sizi en çok etkileyen anınızı anlatabilir misiniz?
Sadece bir anım yok, unutulmayacak yüzlercesini yaşadık… “Travels in Search of Turkey’s Jews” içinde yer alan bilgilere ulaşmak için yaptığımız araştırmalarımız sırasında gezip gördüğümüz ve tanışma fırsatı bulduğumuz insanların hatıralarından oluşuyor. Bergama’daki Bulisa, Tire’deki Madam Ester, İzmir’deki Çikurel Ailesi, Adana’daki Korodo Ailesi ve daha niceleri. Tüm bunlar asla unutulmayacak anılardı ve şimdi tüm bu anılarımızı “Travels in Search of Turkey’s Jews” adlı kitabımız çerçevesinde okuyucularla paylaşma fırsatı bulduk.
İlk kitabınızın son bölümünde, her Türk vatandaşı gibi Yahudilerin de geleceğinin ülkenin politik ve ekonomik istikrarına bağlı olduğunu ve Yahudilerin Batı ülkeleri ile olan ilişkilerde bir köprü görevi üstlendiklerini yazıyorsunuz. Yeni kitapta bu konuda görüş belirtmiyorsunuz. Sizce Türkiye Yahudilerini nasıl bir gelecek bekliyor?
Seksenli yıllarda eşim de ben de çok iyimserdik. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne gireceğine dair umutlarımız vardı. Bu konuda Jak Kamhi’nin çabaları da göz ardı edilemez. Bugün artık, Türkiye’nin bu ülkeler arasında yer almak istediğinden bile pek emin değilim. Özellikle de İspanya, Yunanistan ve Portekiz’in içinde bulundukları duruma bakınca. Türkiye son dönemde ekonomik açıdan yeniden bir doğuş yaşıyor ve Doğu ile Batı arasında giderek güçlenen bir köprü vazifesi görüyor. Türkiye’deki Musevi Cemaati’nin geleceği konusunda, en iyi cevabı bize gençler verebilir. İleride nerede yaşamayı düşündüklerini, nereye yerleşmek istediklerini kendilerine sormalıyız. Ve tabii Türkiye’de yaşayan Yahudi nüfusuna da göz atmamız gerekir. Ancak bu tür detaylar bize cemaatin geleceği ile ilgili ipuçları verebilir.
Çok teşekkürler Laurence Salzmann, objektifinize sağlık…