XX. yüzyılın son çeyreğinde doğmak

XX. yüzyıl diğer yüzyıllardan çok daha farklı ve insanlık için çok daha önemli gelişmelere sebep oldu mu? Bu soruya net bir cevabım yok, birçok tarihçi XX. yüzyılda meydana gelen gelişmelerin köklerinin daha önceki yüzyıllarda yattığını iddia edebilir.

Ceki BİLMEN Diğer
2 Mart 2011 Çarşamba

XX. yüzyıl diğer yüzyıllardan çok daha farklı ve insanlık için çok daha önemli gelişmelere sebep oldu mu? Bu soruya net bir cevabım yok, birçok tarihçi XX. yüzyılda meydana gelen gelişmelerin köklerinin daha önceki yüzyıllarda yattığını iddia edebilir.Ya da, XX. yüzyılı diğerlerinden ayıranın yaşanan gelişmeler değil de, bu gelişmelerden herkesin haberdar olmasını sağlayan iletişim devrimi olduğu da tarihçiler tarafından dile getirilebilir. Ancak bu yüzyılın son çeyreğinde doğmuş olan bir kişi, XX. yüzyılın bu nesile bırakmış olduğu mirasın son derece karmaşık ve yönetilmesi zor bir miras olduğunu anlayacaktır

Felaketlerle dolu XX. yüzyılın son çeyreğinde doğan bir kimse, geriye dönüp baktığında, dünyanın muazzam bir hızla değiştiği bir dönemde yaşam yolculuğuna başladığını hemen kavrayacaktır. Bu köklü değişikliklerin temellerinin atıldığı o günlerde, yaklaşmakta olan dönüşümün, hayatımıza ne şekilde yansıyacağını öngörebilecek yaşta ve olgunlukta değildik. Örneğin ben, ABD eski Başkanlarından Ronald Reagan’ın tabiriyle ‘Şeytan İmparatorluğu’ çöktüğünde sadece küçük bir çocuktum…

Bizden önceki jenerasyonların yaşamış oldukları sıkıntıların tamamen farkındayım; Büyük Buhranla mücadele etmek, Nazi belasına maruz kalmak, iki dünya savaşını yaşamak ve Soğuk Savaş sırasında nükleer çatışma tehdidine açık bir şekilde hayatını idame ettirmeye çalışmak korkunç olmalı. Fakat bizim oluşmasına hiçbir katkımızın olmadığı, ancak büyüklerimiz tarafından bize miras bırakılan bu dünya, iyice kafamızı karıştırmakta. Benim ve aynı kaderi paylaşmak durumda olduğum yaşıtlarımın içine doğmuş olduğu bu dünya, ekonomik, iklimsel, siyasi ve sosyal bakımlardan bizlere ciddi meydan okumalar sunuyor.

Neoliberalizm

1970’li yıllarda pek tanınmayan ve iç siyaseti kanlı bir darbeyle sarsılmış küçük bir Latin Amerika ülkesinin, hepimizin ekonomik geleceği üzerinde bu kadar önemli bir etkisinin olacağını herhalde kimse kestiremezdi. Birçok kişi fark etmemiş olsa da Şili, ABD’li ünlü iktisatçı Milton Friedman’ın ateşli bir şekilde savunduğu neoliberal ekonomik politikaların ilk hayata geçirildiği ülkedir. Salvador Allende’nin ardından Şili’de iktidarı kanlı bir şekilde ele geçiren General Pinochet sıkı bir ABD dostuydu. Milton Friedman’ı ülkesine ekonomi danışmanı yapan Pinochet, ABD’nin saygın üniversitelerinden Harvard’dan mezun olan Jose Pinera’yı da Çalışma Bakanlığı’na getirdi. Pinera ve Friedman’ın etkisiyle işsizlikle mücadeleyi ikinci plana atan ve işsizliği daha da arttırma pahasına öncelikle enflasyonla mücadeleyi ön gören neoliberal ekonomik politikalar, Şili’de uygulanmaya başlandı. Bu ekonomik model daha sonra Reagan döneminde ABD’de ve Margaret Thatcher’ın başbakanlığı döneminde İngiltere’de uygulanmaya başlandı. Daha sonra, dünyanın büyük bir bölümüne yayılan bu iktisadi paradigma, piyasanın kendi kendisini ‘görünmez bir el vasıtasıyla’ regüle edebilecek bir organizma olduğunu ve bu yüzden devletin piyasaya ‘hiç bir şekilde müdahale etmemesi gerektiğini’ ve piyasaya sonsuz bir özgürlük verilmesinin zaruri olduğunu savunuyordu. Bu iktisadi paradigma sayesinde 1980’lerden itibaren tüm düzenlemelerden kurtulmuş ve dizginlenmemiş vahşi kapitalizm dünyaya damgasını vurmaya başladı. ABD’de işçi sendikalarının baskı altına alındığı ve özellikle işçileri kovup yerlerine yenilerini almak için gerekli olan düzenlemeler ciddi oranda yumuşatıldığından dolayı, iş gücünün ‘esnek iş gücü’ olarak tanımlandığı bir döneme girildi. Benim neslimin yapmak zorunda olduğu gibi, 2000’li yıllarda iş gücüne katılmak durumunda olan bireyler, işsizlikle mücadeleyi ikinci plana itmiş olan neoliberal ekonomik politikalar sayesinde dünya çapındaki kronik işsizlik çağında iş hayatına atılmak durumunda kaldılar. Kronik işsizliğin üzerine bir de, dünya kaynaklarının dünya nüfusunun hızlı artışını desteklemeyecek nitelikte olmasının yaratmış olduğu yapısal enflasyonist baskıyı koyarsanız, sanırım benim jenerasyonumun karşılaşmakta olduğu ekonomik zorlukları daha da iyi anlayabilirsiniz.

İklim Değişikliği

Geçmiş jenerasyonlardan bizlere kalan diğer bir sorun ise iklim değişikliğidir. Burada özellikle küresel ısınma yerine iklim değişikliği terimini kullanmayı tercih ettim çünkü şu an yüzleşmekte olduğumuz bu genel iklim değişikliği kendisini, dünyanın çeşitli yerlerinde ısınma olarak gösterirken, diğer yerlerinde soğuma ve yoğun seller olarak göstermekte. Şu anda ABD’de kuvvetli bir ‘küresel ısınma karşıtı’ lobi bulunmakta ve dünyada ciddi bir ısınma yaşanmadığını iddia ediyor. Bu lobi dünyadaki sıcaklıkların arttığını kabul etmekte ancak bu artışın, bizleri fosil yakıt kullanma alışkanlığımızdan vazgeçirmeye sevk edecek kadar önemli bir artış olmadığını iddia etmekte. Ancak iklim uzmanları arasında genel kabul gören görüş ise, dünya ısısının bugün, 1750 yılında bulunduğu dereceden 0,8 derece daha sıcak olduğu ve bu ısı artışının ciddi bölümünün 1970’li yıllardan itibaren meydana gelmekte olduğudur. Buzul çağı ile içinde yaşadığımız insan yaşamına olanak tanıyan çağ arasında 5-6 derece ortalama sıcaklık farkı olduğu göz önünde bulundurulursa, 0,8 derecelik ortalama ısı artışının ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılabilir. Bize kocaman cipler kullanmanın havalı olduğunu ve zamanımızın önemli bir bölümünü devasa alışveriş merkezlerinde geçirmemizi öğütleyen hayat biçiminden vazgeçmediğimize göre, fosil yakıt kullanımımız kayda değer bir oranda azalmayacak ve görünen o ki, geçmiş jenerasyonlardan devraldığımız iklim değişikliği benim jenerasyonumun da hayatının bir parçası olmaya devam edecek.

Uluslararası Siyasal Sistem

Uluslararası ilişkiler literatüründe Soğuk Savaş hakkında farklı görüşler var. Kimileri Soğuk Savaş’ın kaçınılmaz olduğunu iddia ederken, kimileri de ABD ve Sovyetler tarafından doğru adımlar atılmış olsaydı, Soğuk Savaş’ı önlemenin mümkün olduğu iddia eder. Kimi uzmanlar Soğuk Savaş’ın ABD tarafından başlatıldığını iddia ederken, kimileriyse bunu Sovyetlere mal ederler. Soğuk Savaş’la ilgili fikirleri ne olursa olsun, ben uzmanların büyük çoğunluğunun bu günlerle kıyaslandığında, uluslararası ilişkilerde o günleri çok daha istikrarlı ve tahmin edilebilir bulduklarını düşünüyorum. Kabul edilmesi gerekir ki, o dönemde dünya hem ideolojik bir bölünme, hem de sürekli nükleer çatışma tehdidi altında yaşamaktaydı. Ancak o dönemde, bunların yanında karşılıklı caydırıcılık, güç merkezleri olarak ortaya çıkan iki blok ve herhangi bir çatışmanın, tansiyonu yükselterek süper güçler arasında bir nükleer çatışmaya dönüşmesini engelleyen iki rasyonel süper güç de vardı. Tüm bunlardan daha da önemlisi sistemdeki tüm aktörler açısından tahmin edilebilirlik mevcuttu. Soğuk Savaş sırasındaki uluslararası siyasal yapının zaman zaman gerilimler üretmediğini söyleyemeyiz ancak en azından Soğuk Savaş’ın, devletlerarası sisteme bir düzen getirdiğini de kabul etmemiz gerekiyor. Fakat benim neslimin içinde yaşadığı dönem için aynı şeyleri söylemek pek mümkün gözükmüyor. Bizim, şu an içinde yaşamakta olduğumuz uluslararası devletler sistemi, ne Soğuk Savaş sırasındaki kadar istikrarlı, ne de o dönemdeki kadar tahmin edilebilir. Bizler uluslararası ilişkilerde parametrelerin yerlerinden oynadığı ve birçok uzmana göre yeni bir dünya düzeninin kurulmakta olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Yaşadığımız bu dönemi daha da karmaşık hale getiren ise, uluslararası siyasi sistemde önemli değişikliklerin meydana gelmesinin yanı sıra, devlet dışı aktörlerin de soğuk savaş sonrası dünyada daha kuvvetli bir rol oynamaya başlamasıdır. Dünya çapında yaşanan terör olayları bu gerçeği göz önüne sermektedir. Devlet dışı aktörler yeni olgular değiller, birçoğu Soğuk Savaş döneminde de faaliyet gösteriyorlardı. Ancak yeni olan, bu devlet dışı aktörlerin Soğuk Savaş’ın tüm aktörleri sınırlayan ve nizama sokan mantığından kurtulmuş olmaları ve ancak Soğuk Savaş sonrasında mümkün olan küreselleşmenin nimetlerinden faydalanarak, silah ve bilgiye serbestçe ulaşabilme imkânı yakalamalarıdır. Dolayısıyla uluslararası siyasal sistem açısından da benim jenerasyonum bir geçiş dönemine denk gelmekte ve tahmin edilmesi çok güç bir uluslararası sistemde yaşamakta.

Değişen Toplumsal Değerler

1930’lu yıllara kadar entelektüeller aynı anda fiziksel olarak kendi ülkelerinde, zihinsel olarak da Fransa’da yaşamaktaydılar. Bu tarihten sonra ise tartışmasız olarak fiziksel olarak kendi ülkelerinde  zihinsel olarak ise ABD’de yaşamaya başladılar. Amerikan hayat tarzı özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın dört bir yanında tüm toplumlara sirayet etmeye başladı. Tüm diğer baskın kültürler gibi, Amerikan kültürü de dünyaya birçok erdem hediye etti. Özgürlük kavramı, demokrasi, ifade özgürlüğü ve kozmopolit hayat biçimi bunlardan bir kaç tanesi. Ancak tüm bunların yanında Amerikan kültürü de, diğer baskın kültürlerin yapmış olduğu gibi, dünyayla kendi kültürünün olumsuz taraflarını da paylaştı. Bunlara örnek olarak ise aşırı bireysellik, sınırlandırılmamış vahşi kapitalizm, aşırı tüketim çılgınlığı ve mükemmel görünme takıntısı gösterilebilir.

Çocukluğumu düşündüğümde dedemin bana tutumlu olmanın erdemini sürekli olarak tekrarladığını hatırlıyorum. O zamanlar, ekonomik olarak arkadaşlarımızdan daha iyi durumda olsak bile bunu göstermemiz gerektiğinin bizlere sürekli olarak tekrarlandığı halen aklımda. Fakat bugüne baktığımda çocukluğumdaki toplumsal normların tamamen değiştiğini fark ediyorum. Bugün sadece zengin olmanın yetmediği, aynı zamanda zenginliğin mümkün olduğunca dışarı yansıtılmasının beklendiği bir dünyada yaşıyoruz. Bireyin kişisel varlığı, onun hem iş dünyasındaki başarısının anahtarı, hem de kişinin şirketinin halkla ilişkilerinin ayrılmaz bir parçası olmuş durumda. Bunun çarpıcı bir örneği son ekonomik krizden hemen önce ABD’de yaşandı. CEO’larına mantıksız derecede yüksek maaş ve bonuslar ödemeyi reddeden bazı şirketler Wall Street’te paniğe neden olmuş ve bu şirketlerin mali durumları hakkında, yüksek maaşların şirketlerin mali gücünü gösterdiğini düşünen yatırımcıların akıllarında, soru işaretleri doğmuştur. Böyle bir toplumsal yapının içinde yaşamak durumunda olan benim jenerasyonum, aynı zamanda mükemmel de görünmek zorunda. İş ilanlarında sürekli olarak rastlamaya başladığımız ‘prezantabl’ kelimesi bu gelişmeyi gözler önüne serer niteliktedir. Genel olarak hepimiz, fakat özel olarak kadınlar sürekli olarak çekici ve zayıf görünme baskısı altındadırlar. İnsani açıdan kalitemiz ne olursa olsun, benim neslim her şeyden önce mükemmel görünmek zorunda.

Tüm bu problemlerle karşı karşıya olan bizlerin, bu sorunların üstesinden gelmekte ne kadar başarılı olabileceğimizden çok emin değilim. Fakat bana umut veren tek şey, insanların hatalarından ders çıkartıp, kendilerini geliştirebilme kapasiteleridir.

KAYNAKÇA

1. Niall Ferguson, The Ascent of Money, 2008

2. Thomas L. Friedman, Hot, Flat and Crowded, 2008

3. Eric Hobsbawm, Interesting Times, 2002

4. Paul Krugman, The Conscience of a Liberal, 2007