/Recep’in Hoffmann’ı

Jacques Offenbach’ın hayatının son yıllarında bestelediği Hoffmann’ın Masalları, Recep Ayyılmaz yorumuyla Türk sanatseverlerle buluşuyor

Erdoğan MİTRANİ
2 Mart 2011 Çarşamba

Asıl adı Jacob Wiener olan Jacques Offenbach, 1819 yılında Köln’de doğmuş, besteci, müzik hocası, Köln Sinagogu’nun ve Köln Musevi Topluluğu’nun koro şefi olan babasının etkisiyle genç yaşta müziğe yönelmiş.

Çok küçük yaşta viyolonsel çalmaya başlayan Jacob, 1883 yılında müzik eğitimi almak için Paris’e gitmiş, ancak parasal sıkıntılar sebebiyle 1834’de öğrenimini yarıda bırakarak Opéra-Comique orkestrasına girmiş. Adını Jacques olarak değiştirmiş, önce viyolonsel virtüözü olarak ünlenmiş, giderek de besteleriyle tanınmaya başlamış. 19. yüzyıl müzikal sahne sanatı alanında kendine özgü ve çok önemli bir yeri olan, Fransız komik operasının büyük ustası Offenbach, 1839’dan başlayarak 1880’e kadar çoğu tek perdelik 101 operet ve komik opera bestelemiştir.

Sadece hafif operetler değil, daha ciddi eserler ortaya koyabileceğine olan inancı ve gerçek bir besteci olarak adının anılması isteği onu yaşamının son yıllarında Hoffmann’ın Masalları’nı bestelemeye yöneltmiş.

Ağır hasta olmasına rağmen, Jules Barbier ve Michel Carré’nin yazar E.T.A.Hoffmann’ın yaşamı ile öyküleri arasında bağ kuran tiyatro oyunundan yola çıkarak yazarın beş ayrı öyküsünden oluşturduğu yapıtın piyano ve şan partileri ile orkestrasyonunun büyük bir bölümünü 1880’de tamamlamış olan Offenbach, eserin Şubat 1881’de ilk sahnelenmesine yetişemeden 1880’de yaşama veda etti.

1776 – 1822 yılları arasında yaşamış olan Hoffmann, günlük hayatla hayal dünyası arasındaki karşıtlığı bütün derinliği ile yaşamış, öykülerinde de gerçeklikle fantastiği büyük bir ustalıkla harmanlamıştır. Ömrünün son yıllarında hemen her gece bir tavernaya gider olmuş, aşırı içkiden iyice hastalanarak felç olmasına rağmen, 46 yaşındaki ölümüne dek öykülerini hasta yatağında dikte ettirmeye devam etmiştir.

Hoffmann’ın Masalları, bir prolog,üç perde ve bir epilogdan oluşur. Uzun prologda Hoffmann, yanında arkadaşı Nicklausse ile geldiği tavernada içki arkadaşlarına yaşamına giren kadınları anlatmaya başlar; Olympia (mekanik bebek), Giulietta (kurtizan) ve Antonia (genç kız). Arkadaşı Nicklausse da gerçek bir dost, beklemeyi bilen sabırlı bir aşık, belki de bir erkek arkadaş kadar yakın başka bir kadındır. Diğer bütün kadınların varlığına rağmen onu sadakatle bekleyen, Hoffmann’ın, akıl hocası, gölgesi nefesi olan, onunla yaşayan onunla beslenen ilham perisi...

Hoffmann’ın ‘kadınlar triosu’bir bakıma Offenbach’ın müzikal kariyerinin özetidir. İlk perdede Olympia’nın mekanik titreşimleri ve tıkırdayan vals ritimleri, Offenbach’ın artık aşmaya çalıştığı operet üslubunu simgeler gibidir. Hoffmann/Offenbach’ın taktığı gözlük onun Olympia’yı kalbi ve ruhu olan bir kadın sanmasına ve ona aşık olmasına sebep olacaktır. Operet/Olympia’nın parçalanışı ve onun ‘ruhsuz bir otomat’ olduğunun anlaşılması ise, operet ve komik operanın o aldatıcı cazibesini reddeder gibidir.

Olympia’nın öyküsü, sanatçının operetin ışıltı ve neşesinden uyanışını simgeliyorsa, ikinci perdedeki Giulietta hikâyesi sanki bu müziği ruhsuz bir bedensel şehvet ve ahlaki yıkım olarak ortaya koymaktadır. Erkekleri baştan çıkaran, bedenini zengin ve iktidar sahibi erkeklere satan bu Venedikli kurtizanın ruhunu sadece para ve mücevherler besler.

Üçüncü perde Antonia’nın perdesidir. Antonia, Giulietta’nın tam tersine gerçek mutluluğu sanatın derinliklerinde arar. Ruhunda para değil, sanat vardır. Ruh zenginliği müzik tutkusundan gelir. Şarkı söylemeden yaşayamaz ama hasta kalbi yüzünden şarkı söylemesi

onu öldürecektir. Tıpkı, yaşlı, hasta ve acılar içinde, ölümcül şartlar altında kendisini ölümsüzler arasına taşıyacak çalışmasını bitirmeye çalışırken ölen bestecisi gibi…

Epilogda tavernaya döndüğümüzde öykülerini anlatırken Hoffmann’ın iyice içmiş olduğunu görürüz. Anlattığı bütün o kadınları simgeleyen sevgilisi Stella onunla buluşmaya geldiğinde artık sızmıştır... Tüm öykülerinde başarısını ve içinde beslediği aşkı öldürmek için işe koyulan şeytan, bu kez Lindorf kılığında Stella’yı alıp götürecektir. Şeytan gene galip mi gelmiştir? Ya da Hoffmann’ın gerçek sevgilisi, ilham perisi ile kalması mutlu son mudur? Kim bilir?

En azından Recep Ayyılmaz, haklı olarak sanatçının gerçek aşkının “sanatına duyduğu ve iç dünyasında yapayalnız baş başa kaldığı ilham perisine olan aşkı” olduğunu düşünüyor. “Belki de milyonları hayran bırakacak üretimlerine sebep olan, bu ilham perisi ve dolayısıyla yalnızlığıdır ona kalan.” Bu yüzden de oyunun başından sonuna kadar nerdeyse devamlı sahnede olan Nicklausse karakterinin kesinlikle erkek kılığında bir kadın değil, insan/erkek kılığına girmiş ilham perisi olarak yorumlanması gerekir. Gerek yönetmen RecepAyyılmaz, gerek güçlü sesini sağlam bir oyunculukla destekleyen Deniz Erdoğan Likos, bu kilit kişiyi çok doğru bir anlayışla sahneliyorlar.

Ayyılmaz, operanın fantastik boyutunu  “fantezi içinde bir fantezi” olarak yaratmak için mekân ve dekoru da oyunun bir parçası haline getirmiş. Gerçekliği sadece Prolog ve Epilog bölümlerinde aramış ve tavernayı günümüzün bir gece kulübü olarak yorumlamış. İmkânları olmayan bir sahnede tüm imkânsızlıklara rağmen sahne arkasından sofitosuna sahne asansöründen barkovizyonuna koca bir gece kulübü oluşturmuş.

Buna karşın, fantezi dünyasında geçen üç perdeyi olabildiğince gerçek dışı kılmış.

Prologdan hemen sonra ve hiç ara vermeden geçilen ilk perdenin sadece bir dev matruşka ve kumaşlardan oluşan yalın dekorunu Spalanzani’nin Hitler, Napolyon, Marilyn Monroe ve Mozart kuklaları ile zenginleştirmiş.

İkinci perdenin ünlü ‘barcarolle’ü kesinlikle Venedik’i çağrıştırdığından olması gerektiği dönemde ve mekânda yorumlanmış. Karnaval maskelerinin renklendirdiği dekorun o görkemli merdivenin perdenin finalinde arkadan sızan ışıklarla bir Venedik Köprüsü’ne dönüşmesini anlatmak çok güç. Görmek lazım. O görkemli merdivenin orta bölümünün diğer perdelerin tavanını oluşturması ise gerçekten dahiyane bir buluş.

Fantezinin en uçuk noktası ise, operanın en dramatik bölümünde: Antonia perdesi belirsiz bir gelecek zamanda, bir bilim-kurgu dekorunda oynanıyor.

İzlediğim bütün performanslarda Hoffmann olarak, şansıma Bülent Külekçi çıktı. İyi de oldu. Diğer yorumcular için bir şey diyemiyorum ama sesiyle oyunuyla Külekçi dört dörtlük bir Hoffmann.

Oyunun her perdede farklı bir yüz ile gelen şeytanı çoğunlukla tek şarkıcı tarafından oynanır. Ayyılmaz, sanırım ki çok sayıda genç baritonumuza da fırsat vermek için her perdeyi farklı oyunculara oynatmayı yeğlemiş. Hepsi de çok iyiler: Murat Güney, Sedat Öztoprak ve Kevork Tavityan.

İki yıl önceki Leyla Gencer yarışması birincisi Nazlı Deniz Boran’ın Olympia’sı tek kelimeyle olağanüstü! Sadece güzelim pırıl pırıl sesiyle söylediği o ünlü koloratur aryaya getirdiği yorumla değil, kukla olduğunu hiç unutmayan beden dili ve komedi yeteneğiyle de müthiş!

İlginçtir, bu prodüksiyonun bütün Giulietta’ları cüsseli şarkıcılar. Hepsi de birbirinden güzel! Ben Perihan Artan ve Burçin Savigne’yi izledim. İkisi de çok iyiydi. Grand ensemble’da ses kalitelerinin ne kadar iyi olduğu fark ediliyordu.?Her iki Antonia’yı, Evren Ekşi ve Ayşe Sezerman’ı dinledim. Benim favorim, vibratosu fazla sesleri pek sevmesem de Ayşe Sezerman.

Bu sene tekrar oynarlar mı bilmem ama bu prodüksyon seneye mutlaka tekrar izlenecek. Kaçırmamaya gayret edin derim. Hepinize iyi seyirler.