Arap coğrafyasında günümüzde yaşanan olaylar zincirini yadırgamamak gerekiyor. Arap halkı, tarihinin hiçbir döneminde geleceği ile bu denli ilgilenmemiş, kendisine ait tüm kararların ‘birileri’ tarafından alınmasına ses çıkartmamış
Etrafımızda gelişen olayları göz ucuyla izlemek zor bir dönemden geçtiğimizi anlamak açısından yeterli. İletişimin, medya gücünün öne çıkması, bir tuş darbesi ile doğrunun yanında eğri birçok habere ulaşma, bilgi kirliliği, art niyetli çıkar çevrelerinin planlı propagandaları, teknolojinin bunlar tarafından istismar edilmesi, doğal dengelerin iktidar uğruna feda edilmesi, her tür kaynağın insafsız şekilde tüketilmesi, insanlar ve toplumlar arası ilişkilerde doğruluk, iyilik ve güzellik yerine Ortaçağ’dan kalma korkuların körüklenmesi, güvensizlik ortamında yetişen doyumsuz nesiller, işsizliğin, sefaletin körüklediği umutsuzluk, çaresizlik ve bunu kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan siyasi çevreler, gücü devlet sınırlarını aşmış çok uluslu dev şirketler, komplo teorileri ve bunların esir aldığı sessiz, kolayca manipüle edilebilen, eğitimsiz, gerçekte hedefsiz yığınlar.
Her yer toz duman, tıpkı 100 yıl öncesi gibi… Dünya bir asır önce hızlı adımlarla Birinci Dünya Savaşı’na doğru koşarken, yeni bir dünya düzeni kurmanın hayali vardı birçok başkentin gözünde. Hummalı bir hazırlık yapılıyordu, herkes kendine göre doğru diye tanımladığı köşe başını tutmak istiyordu. 1905 Rus – Japon Savaşı, 1911 Balkan Savaşları, 1912 Kuzey Afrika Savaşları, imparatorluklar arası çıkar evlilikleri, nafile müttefik arayışları, derken patlayan bir silah ile başladığı söylenen Birinci Dünya Savaşı.
Paris’te yoktan var edilen halklar
Barışın mimarları İngiltere, Fransa, İtalya ve sonradan bu üçlüye katılan ABD, 1919’da Paris’te toplandıklarında dünyada bir daha böylesi bir yıkım yaşanmaması için bir dizi önlem alıyor ve neredeyse tüm etnik / dini grupları siyasi isteklerini masaya yatırmak için konferansa çağırıyordu. Dünyayı değiştiren altı ayın hikâyesini kaleme aldığı ‘Paris 1919’1 adlı kitabında Margaret MacMillan masa başı pazarlıkları, diplomatik polemikleri, halkların nasıl vardan yok edildiklerini ya da yoktan var edildiklerini ayrıntılı şekilde anlatıyor.
Elbette ki Paris Barış Konferansı çerçevesinde yaratılan suni bir durumdur. Avrupa başta olmak üzere hemen her yerde ciddi sıkıntılar vardır. Osmanlı’nın çöküşü ile Anadolu’da Mustafa Kemal’in başlattığı Sevr karşıtı ulusal mücadele, Ortadoğu’da yaşanan ve İngilizlerin gitgide taraf olmaya başladıkları Arap-Yahudi sürtüşmeleri, Balkanlar’da yeni Yugoslavya’nın oluşturulması ile tepe noktası yapan huzursuzluk, Bolşevik Devrimin özellikle savaştan darmadağın ayrılan Almanya’da ciddi bir sosyal – siyasi alternatif olarak görülmesi, sokaklarda başlayan çatışmalar, İspanya iç savaşı, İtalya’da Mussolini’nin iktidara yürüyüşü, faşizmin ayak sesleri…
Belli ki Avrupa’ya geçici bir ateşkes hakim olmuştu, ancak kalıcı bir barışın hüküm sürdüğünü söylemek olası değildi. Artan kaos ve anarşinin sosyal yapıyı teslim almasından sonra 1929 Ekonomik Buhran’ı her şeye tuz biber eker. Halk çareyi güçlü liderlik yapısında aramaya başlar. Milliyetçiliğin ön plana çıkması ile oluşan ulusal kimlik bilinci, hemen her toprak parçasında azınlık sayılabilecek toplulukları oluşturur. Bu bağlamda, her toplum, kendisine yakın hissettiği azınlıklar dolayısı ile komşuları ile kavgalı konuma gelir.
Diktatörler işte bu ortam içinde kendilerine hayat bulmaya başlarlar. Muhalefetin olmadığı totaliter devlet yapıları böylesi olağanüstü durumlardan çıkmak için gereklidir. Bu İspanya’da böyle olmuştu, İtalya ve Almanya’da da…
1933 Ocak ayında Cumhurbaşkanı Mareşal Von Hindenburg tarafından Şansölye ilan edilen Adolf Hitler işte bu nedenle Almanya’da popüler olmuş ve her eğitim seviyesinden ve sosyal sınıftan büyük destek görmüştü. Güçlü bir Almanya için güçlü bir lider olması gerekiyordu.
Hitler’in sağ kolu Heinrich Himmler’in küçük yeğeni Katrin Himmler2, dedesinin Nazi izlerini ararken ulaştığı birçok belgeden yola çıkarak kaleme aldığı ve oğluna ithaf ettiği ‘The Himmler Brothers’3 isimli kitabında, Nasyonal Sosyalizmin doğuşunu ve toplumu nasıl ele geçirdiğini adım adım anlatıyor.
Almanya’da özgürlüklerin kısıtlanışı
“Yeni Şansölye (Hitler), Devlet Başkanı Hindenburg’u Reichstag’ı 1 Şubat’ta feshetmesi gerektiği konusunda ikna etmişti. Yeni seçimler 5 Mart’ta yapılacaktı ve o zamana dek Naziler tüm güçlerini hukuk sistemini ele geçirmek için kullandılar. “Halkı ve Devleti Koruma Kararnamesi” işte bu atmosferde, Reichstag yangını sonrasında yayınlandı. Artık Almanya’da daimi bir olağanüstü hal uygulamasına geçilmişti. Basın, toplanma, gösteri özgürlüğü gibi posta ve telefon görüşmelerindeki mahremiyette de, temel özgürlükler kapsamında da büyük kısıtlamalara gidilmişti. Bundan öte, rejim muhalifi olarak kabul edilen, başta Komünist Parti’nin görevli ve vekilleri olmak üzere, siyasi rakipler sistematik bir şekilde, zorunlu ikamete tabi tutulmağa başlanmışlardı. Ve nihayetinde devlet başkanı yetkisindeki ‘olağanüstü hal uygulaması’ çıkartılan bir yönetmelikle başbakan ve onun içişleri bakanına devrediliyordu…” (s.140)
Alman halkının çoğunluğunun o dönemdeki beklentisinin aksine Nasyonal Sosyalizm ülkeye barış, refah, mutluluk getirmedi. Aksine büyük bir yıkıma mal oldu. Naziler, kendinden sonra gelenlere baş edilmesi zor bir miras bıraktılar. Gelin görün ki o mirasın muhatapları bugün dimdik ayaktalar ve hemen her alanda söz sahibi konumdalar.
İnsanın yaptıkları ile yüzleşmesi, toplumların tarihleri ile yüzleşmeleri sağlıklı bir muhasebenin yapılması açısından önemli. Böylesi değerlendirmelerin kişi ve toplumları zayıflatacağı korkusu ise tamamen yersiz. Aksine, nereden gelindiği bilinirse nereye doğru gidilmek istendiği daha rahat ortaya konur.
Son dönemlerde özellikle Arap aleminde görülen ayaklanmaları totaliter rejimlere karşı yürütülen hareketler olarak kısıtlamak doğru olmaz. Öncelikle şunu iyi anlamak gerekiyor: Birkaç istisna dışında Arap devletleri, son yüzyılın karmaşası içinde, masa başında oluşturulmuş suni yapılardır. Bugün bile feodal bir toplumsal anlayış içinde yaşayan Arapça konuşan halkların, üzerinde bulundukları topraklarla birlikte şu veya bu anlaşmalar sonucu, şu veya bu ailelere tahsis edilmeleri ile oluşmuş devletlerdir… Paris Barış Konferansı bu anlamda birçok aile / krallığın kurulduğu bir süreci ifade eder. Konferansın ‘yeni dünya düzeni’ olarak ortaya attığı ve Amerikan Başkanı Wilson’un çokça önem verdiği, halkların kendi geleceklerini kendilerinin seçmesi hakkı öylesine bir keşmekeşe dönüşmüştür ki, yapay devletler oluşmuş ve bunların yapay sınırları içinde yaşayan, ya da yaşamaya mahkûm edilen halklar türetilmiştir.
Yeni dünya düzeni
O günlerde kurulan eğreti yapı, belki de Arap halkının biat kültüründen ve / veya ortak düşmana karşı verilen savaşlardan dolayı bugüne dek dayandı, ancak şu anda ciddi bir şekilde çatırdıyor. Sokaklar, meydanlar umutsuzluklarını haykıran insanlarla dolu. Yöneticilerin artık sığınacakları veya yaratacakları ortak düşmanlar tükendi. İnternet üzerinden yayılan görüntüler, sınırların ötesindeki yaşantıyı sergiliyor ve sokaktaki adam o yaşantının içinde bulmak istiyor kendisini. En azından konu Tunus ve Mısır olunca durum onu ifade ediyordu.
Ayaklanmaların başladığı Tunus’ta halk işsizlikten, refahın düzensiz dağılımından şikâyetçiydi. Başkan Bin Ali’nin dertlerine ortak olmadığını, talepleri yerine getirmediğini haykırıyorlar ve daha insanca bir yaşam için sokak ve meydanları dolduruyorlardı. Le Monde gazetesinin, Tunus’taki ayaklanmaların hemen ertesinde Bassma Kodmani4 ile yaptığı söyleşide şu noktalar vurucu bir şekilde öne çıkıyor: “Neredeyse tüm Arap ülkelerinde yöneticilerle ordunun arasında vazgeçilmez bir ilişki vardır. Bu ilişki sayesinde yönetici yerini pekiştirir, Mübarek örneğinde olduğu gibi yaşı ne olursa olsun, ülkeyi içi rahat bir şekilde yönetir. Ordu ise, siyasi yaşamın merkezinde görünmese de, en önemli ve karar verici oyuncu konumundadır. Tunus’ta durum farklıydı. Başkan Bin Ali’nin ordu ile arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Dolayısı ile sokak hareketlerinin başlaması sonrasında ordu seçimini halktan yana kullandı ve Bin Ali’nin gidişi saatlere sığdı.”
Mısır’da ordunun Mübarek’in gidişinde takındığı tutumu hatırlarsak tespitin ne kadar haklı olduğu ortada. Yöneticilerin sırtlarını ordunun gücüne - eş deyişle silahlı kuvvet gücüne – dayandırarak otoriter, yarı mutlakıyetçi yönetim şekilleri oluşturduklarını atlamak olası değil.
Tunus ve Mısır gibi, Cezayir, Suriye, hatta belki de Ürdün ve Fas için bile durum aynı. Sokak ve meydanların demokrasi talebi bu anlamda değerlendirilmeli.
Libya’nın ‘halkı’
Aynı şeyi Akdeniz’in bugünkü kanayan yarası Libya için söylemek mümkün değil. Zaten ne Tunus ne de Mısır, Libya’ya benziyor. Kabile düzeni ve ulusal olmaktan çok maddi çıkar çemberleri üzerine oturtulmuş bir devlet yapısı var Libya’nın. Kaddafi, devirdiği Kral İdris ile hasım kabilelerden geliyor. Bunlardan biri ülkenin doğusunda diğeri batısında hakim. Ortada Libya halkı yok adeta: iki rakip kabilenin etrafında toplanmış diğer çıkar çemberleri söz konusu. Ve şu anda bunlar, özellikle petrolün rantı etrafında kıyasıya savaşıyorlar. Belli ki anlaşmalar sona ermiş, kılıçlar çekilmiş. Kaddafi ayaklanmayı kendisine özgü bir şekilde bastıracağını söylüyor, paralı askerler tutuyor, tanklarını uçaklarını isyancıların üzerine yolluyor. Libya çivisi çıkmış bir şekilde yuvarlanıyor ve devletler topluluğunun ayaklarına dolanıyor.
Muammer Kaddafi ne yapacağı tam da kestirilemeyen bir lider tipi. Batı ile kavgalı olduğu dönemde, teröre destek verdiği ve birçok ülkede yapılan saldırıların sponsoru olduğu biliniyor. Muhtemelen yönettiği petrolün kendisine bahşettiği gücün farkına varanlar, onunla iyi geçinmenin didişmekten çıkarlara daha doğru olacağı kanaatine varmışlar ve bu kişiliği kendi doğruları ile kabul etmişler. Petrolden öte, ülkesinin imarı aşamasındaki talepleri de bu yakınlaşmayı haklı çıkartmış. Ancak bugün gelinen noktada, durum adeta kontrolden çıkmaya aday.
Arap coğrafyasında günümüzde yaşanan talihsiz olaylar zincirini yadırgamamak gerekiyor. Arap halkı, tarihinin hiçbir döneminde geleceği ile bu denli ilgilenmemiş, kendisine ait tüm kararların ‘birileri’ tarafından alınmasına ses çıkartmamış. Bu ‘birileri’ bazen yabancı güçler olmuş, bazen kabile beyleri veya büyük toprak sahipleri…
Şimdilerde ise ‘birilerinin’ marifeti ile vatandaşı olduğu ülkesinde, ‘birilerinin’ marifeti ile ‘vezir veya rezil’ ilan edildiği ülkesinde, söz sahibi olmanın peşinde…