Elimizde bize bir tek kez yaşanmak üzere verilmiş ve her gün bir gününü yitirdiğimiz olağanüstü bir armağan vardır.
Fakat ne yazık ki içinden herhangi bir kullanım kılavuzu çıkmamıştır. Elimizdeki malzeme sürekli değişen, yeniden oluşan, emeklerimizle süren ve yaşayan bir olgudur. Tümüne yaşamak denen malzemelerinden berbat bir pasta yapmak da bundan bir sanat yapıtı üretmekte bize kalmıştır ve elimizdedir.
İnsanın doğumundan başlayarak ölümüne dek süren ve aslında var oluşunun karşılığı olan yaşam, süreli bir yolculuk olarak değerlendirilebilir.
Anlaşılan, gelişigüzel geçip gidilecek bir yolculuk bir yaşam serüveni değildir insan yaşamı.
İnsan aynı zamanda hem olduğu, hem de olmak istediği gibi yaşar... Özlemleri, beklentileri, kaygıları, korkuları, amaç ve idealleri ile karmaşık bir bütündür. Her durumda karşıt güçlerin çatışma alanında yaşar, tüm güçlüklere karşın kendisini gerçekleştirmek için kendi ve içindeki özün yaşam çağrısının sesini duyması gerekir.
Yaşamı eğer bir sanat olarak algılamak istiyorsak onu bir canlı imiş gibi düşünmek varlığımızın katkısıyla çoğalan bir olgu gibi sahiplenmek ve ona göre yaşayarak aklımızın senteziyle ve onu bir sanat yapıtı gibi yeniden yaratmak amacımız olmalıdır.
İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsan olmanın değerini ve yüceliğini kavrayabilmemiz için bilimsel, tinsel, estetik, teknolojik tüm gelişmelerin en ileri düzeyine sahip olacak çabayı göstermemiz yetmez. Yaratılmış olan uygarlık değerlerinin özümsemesini yapıp evrenseli yakalayabilmemiz gerekir. Bunu başarabilmek için yapacaklarımız önce ‘kendimizi bilmemizle’ başlar. Bu binlerce yıldır sorgulanan Defli Tapınağı’nda yazılmış, halen günümüze dek kalmış, olan özdeyiş gibidir; “Kendini Bil”.
Kendimize şu soruları sorarsak:
- Kendimi anlamanın, tanımanın, bilmenin yolu ne olmalı?
- Yaşamın bir anlamı var mıdır?
- Kusursuz bir yaşam olabilir mi?
- Özgür düşünceye nasıl ulaşabiliriz?
- İnsanın kendini gerçekleştirebilmesini engelleyen nelerdir?
- Kendi önümüzden çekilebilir miyiz?
- Hatta bütün bu sorulara kafa yormak gereklimidir…?
İnsanın yaşamsal gereksinmelerini karşıladıktan sonra bu tür soruları sorabilmesi doğası gereğidir. Hatta bu soruları sormama özgürlüğü de yok gibidir.
İşte bu sorulara yanıt aramaya hazır insan, yaşamı bir sanat haline getirmeye hazır insan olur ve yaşamı bir sanat yapıtına dönüşür.
Peki, yaşamı bir sanat yapıtı olarak üretmek isteyen insan bunu nasıl başarabilir.
Duyguyla, anlamla, ifade biçimleriyle sözcükler çoğu kez buluşmaz. Bir yetersizlik ve eksikliktir ifade edilmeye çalışılan. İşte bu boşluktan genellikle sanat doğar.
Sanat bu boşluğu doldurur, kişinin içsel ve özünün toplumsal yansımasının ortak dilini oluşturur. Burada kişi yaşamı bir sanatçı paleti gibi yoğurur. Renklerle sözcüklerle notalarla yapıtlar üretir ve yaşamını bir sanat yapıtıyla özdeşleştirir.
Albert Camus ‘Yabancı’ adlı yapıtında, günümüz toplumsal yapısı içinde yaşamın anlamını arayan insanın sorunlarını anlatır.
Gerçekten son derece düşündürücü ve acılı bir romandır. İnsanın tüm değerlerindeki sosyo-psikolojik ölümü yaşaması sonucu, fiziksel ölümüne ne denli kayıtsız kalabileceğini anlatır.
Kafka ‘Dava’ romanında da şöyle yazar:
“Beni bir gece ansızın tutukladılar, tuhaf bir tutukluluk bu; işime gidebiliyorum. Mahkeme bildiğim mahkemelere benzemiyor, hukuk mahkemesi değil sanki bir iç mahkemeye çıkıyor gibiyim. Suçumu bilmiyorum.”
Suçunu asla öğrenemeyecektir, suçu kendisine ait olmayan bir yaşamı yaşamak, var olmak için başkalarından izin almayı beklemektir.
Yine Kafka’nın ‘Değişim’ romanında kahramanı Gregor bir sabah uyanır ve dev bir böceğe dönüştüğünü görür.
Yazar imgelerinin, insandan yola koyularak ve hayvan üzerinden geçmesini ve nesne ile sona erdiğini anlatır. Ve şöyle bir sonuç çıkartır, “Nasıl yaşanırsa öyle ölünür”.
Duyulmayan anlam çığlığı adlı eserinde Dr.Victor Frankl, Nazi kampında yaşadıklarını anlatır. Gerçek bir yaşam öyküsüdür.
“Duş için sıra beklerken çıplaklığı iliklerimizde duyumsamıştık. Artık sahip olduğumuz tek şey kelimenin tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu. Kamptaki tüm acılar ve ölümlere karşın bir insanın içsel özgürlüğünün yitirilemeyeceğinin acı bir kanıtıydı. Aslında yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan; işte bu insanın ölüm anındayken bile elinden alınamayan içsel özgürlüğüdür.”
Aynı dönemi yaşayan iki filozofun benimsenen iki farklı görüşü bunu çok güzel bir şekilde yansıtır.
Thomas Hobbes, “İnsan insan için bir kurttur” derken Spinoza “İnsan insan için bir Tanrıdır” demekteydi.
İnsan bir bedene ve zihne ayrı ayrı sahip değildir, o aynı anda ikisidir. İnsanın yetkinliği ise onun eksiksiz bir biçimde doğası gereği olduğu şey ile olanaklıdır. O Hobbes’un görüşlerine katılmamıştır.
Spinoza için öteki yoktur. Hiçbir şey insana insandan daha yararlı değildir, bunu kavrayanlar kendileri için istemediklerini başkaları için istemezler.
20. yüzyılı hazırlayan birçok bilim adamı aslında Spinoza’dan etkilendiler. Marx, Freud, Ainstein gibiler onun yarattığı entelektüel iklimden yola çıkarak çağımızı biçimlediler.
İnsan, insan olma yetkinliğini yitirmeden, kültür ve uygarlık değerleriyle kendisini sürekli besleyip diri ve taze tutabiliyorsa, düşünce ve eylem biçimlerinde evrimsel bir öze yanı sıra evrimsel bir yere varıyor demektir. İnsanın yaşamsal dengesi, evrimsel gelişimi, onun bilinçsel ve üretsel gücüne bağlı olduğu kadar, düşünme ve eylem biçimine de bağlıdır. Ve bunu bir sanat yapıtına dönüştürebilmek de sadece kendi elindedir.