O kadar kibar, o kadar nazik ve bilgili ki, insan onunla konuşurken sürekli olarak “Sayın Ülsever” diye hitap etmek istiyor, ama aynı zamanda o kadar olgun ve alçakgönüllü ki, durmadan “Lütfen bana sen der misin?” diye ısrar ediyor. Cüneyt Ülsever ile röportaj yapmak istememin en etkili nedeni, eğitimi idi. Hani insan uğraşsa, çabalasa, didinse böylesine dört dörtlük bir eğitime sahip olamaz! Peki, bir İnsan Kaynakları Ekonomisi Doktoru neden gazeteci olmak ister? Gelin hep birlikte öğrenelim
Çok etkileyici bir eğitim geçmişiniz var, neden bu bilgi birikiminizi farklı bir iş dalına değil de gazetecilik mesleğine aktarmak istediniz?
Ben de tersten bir soru sorarak başlayayım. İyi okullarda okuyanlar işadamı, kötü okullarda okuyanlar gazeteci mi olmak zorunda? (Gülüşmeler) Aslında haklısın, belki de lüzumsuz yere bu kadar çok okula gitmiş olabilirim. Yaptığım en önemli hatalardan biri iktisat doktorası yapmaktı. Bugünkü aklım olsaydı doktoramı edebiyat konusunda yapmayı seçerdim. İktisat doktorası yapmamın esas nedeni, babamın banka memuru olmasıdır. Hep “maaş kazanabilecek bir meslek” seçmem konusunda ısrar ederdi. O zamanlar edebiyatçılar, sosyologlar sadece lise öğretmeni olabiliyorlardı ve tabiri caizse sürünüyorlardı. Babama kendimi ispat etmek istedim – bir tür korku refleksiydi benimkisi. Ama içimdeki edebiyat sevgisi hep sürdü.
Kitap yazmaya nasıl başladınız?
Çocukluğum Ankara’da geçti. Tek çocuk olarak büyüdüm. Annem bana aşırı düşkündü, o yüzden de pek sokağa salmazdı. Zamanımın çoğunu evde geçirdiğim için hayal gücüm de o dönemde gelişti. Hayali arkadaşlarım vardı. Annem beni parka bırakmadığında, hayali arkadaşlarımla toplanır onlarla parka giderdim. İlkokul 1’de ilk hikâyemi yazdım. Daha okuma yazmayı yeni yeni öğreniyordum. Annem ilkokul mezunuydu, ama vizyon sahibiydi – Rumeli göçmeniydi. İlkokula başladıktan sonra beni Devlet Tiyatrosu’na götürmeye başladı. İlk hikâyem de zaten, izlediğim oyunlardan birinden esinlenerek yazdığım Roma döneminde geçen bir piyesti.
Şimdiye kadar yayımlanmış beşi roman olmak üzere tam 16 kitabınız var. Son dönemde yeni bir projeniz var mı?
Yeni bir roman projem var, Doğan Kitap’tan piyasaya çıkacak. Hazır konusu açılmışken, paylaşmak istediğim bir şey var: ben köşe yazarı olarak değil, romancı olarak anılmak istiyorum. Ölmeden evvel, kendimi romancı olarak kabul ettirmek gibi bir ahtım var. Kendime ait tutturduğum bir yol var. Genelde biliyorsun, kurgulu romanda ya da polisiyelerde karakter yoktur, kişi vardır. Karakter daha çok aşk romanlarında olur. Oysa ben bir farklılık yaratmak, karakterlerimin duygularından da söz etmek istiyorum. Örneğin şu anda bir seri katilin psikolojisini yazıyorum. Şimdiye kadar beş roman yayınladım, yukarıya dilekçemdir, “on roman yayınlamadan almasın canımı”…
Amerika’dan döndükten sonra bankada mı çalışmaya başladınız?
Evet, bir iki bankada çalıştıktan sonra Emlak Bankası’na girdim. Türkiye’nin en genç genel müdür yardımcılarından bir oldum. 6-7 sene bankacılık sektöründe çalıştım, ama çok mutsuz oldum. İlk eşimle anlaşmazlıklar yaşadığım bir dönemdi; aynı gün hem bankadan istifa ettim, hem de eşime boşanmak istediğimi söyledim. Sonra bir danışmanlık şirketi kurdum ve epeyce boş zamanım kalmaya başladı. Böylece yeniden yazmaya karar verdim. Ve şöyle bir duygu yaşadım: çok genç yaşta birine aşık olursun, sonra yıllarca görüşemezsiniz. Yıllar sonra tekrar karşılaştığınızda ona erkek gözüyle bakarsın. Evet, belki biraz kilo almış, kalçaları genişlemiş olabilir, ama gözleri aynı kalmıştır. Ve ona yeniden aşık olursun. Edebiyata dönmek benim için böyle bir şeydi. İki kitabı aynı anda yazmaya başladım.
Peki ya gazetecilik?
Orası çok ilginç işte! 1998 yılında bir gün bir telefon geldi. Arayan Ertuğrul Özkök’tü. O güne kadar hiç tanışmamıştık. İnsan Kaynakları Danışmanlığı ile ilgili olabileceğini düşünerek sevindim. İşimi kurumsal bir kimlikte devam ettirmek iyi olurdu. Tanışmaya gittiğim gün, bana yazarlık teklif etti. İlk romanımı ve bazı araştırma yazılarımı okumuş. Onun davetiyle ve onun sayesinde bana bir köşe verdiler. Böylece gazetecilik kariyerim başladı.
TÜRKİYE’DE İNSAN KAYNAKLARI
‘İnsan Kaynakları Danışmanı’ ne yapar, bize biraz anlatır mısınız?
Benim uzmanlık dalım ‘İnsan Kaynakları Ekonomisi’. İşe eleman yerleştirme, İnsan Kaynakları’nın sadece bir parçası. Dünyada üretime yönelik tüm kaynaklar kıt olduğu için, ekonomistin görevi kıt olan kaynakları maksimum faydada kullandırtmaktır. Zaten ekonominin varlığı ‘kıt’ kelimesine bağlıdır. Eğer kaynaklar kıt olmasaydı, ekonomi ilmine gerek kalmazdı. 1976’da Chicago Üniversitesi’nden Garry Backer “İnsan Sermayesi Teorisi” ile Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Dediği şuydu, “İnsan çok, ama iş bilen insan sayısı kısıtlı. İnsanları da, tıpkı doğal kaynakları gibi ele almamız lazım. Yani gelecek on yıl içinde mühendise mi daha çok ihtiyacımız olacak, iktisatçıya mı? Ona göre yetiştirelim ve kaynağı ona göre geliştirelim.” İnsan Kaynakları elemanı işe aldıktan sonra bitmiyor, o elemana yatırım yapmak, onu işin planlarına, teknolojiye ve ekonominin gelişimine uygun olarak eğitmek gerekiyor. Aksi takdirde ne kadar iyi bir eleman olursa olsun 10-15 yıl sonra hiçbir işe yaramaz. Bugün Türkiye’de bunu en iyi şekilde uygulayanlar bankacılar.
Türkiye’ye ‘İnsan Kaynakları’ terimini sizin getirdiğiniz söyleniyor.
İnsan Kaynakları kavramını ben Erol Aksoy sayesinde Türkiye’ye getirdim. Kendisine ne olduğunu anlattım ve daha 32 yaşındayken bana müdürlük teklif etti. O zamanlar kendisi İnter Bank’ın genel müdürüydü. O dönemde Türkiye’de ilk defa ‘Personel Müdürlüğü’nün adı ‘İnsan Kaynakları Departmanı’ olarak değişti. Hatta insanlar benimle dalga geçerlerdi, “seninki İnsan Kaynakları da bizimkisi Hayvan Kaynakları mı?” diye… Ne iş yaptığımı bile bilmezlerdi. Uzun yıllar da anlaşılmadı. Ama günümüzde öyle fişek gibi uzmanlar yetişti ki Türkiye’de, şimdi ben onlara yetişemiyorum.
Bir uzman gözüyle soruyorum, Türkiye’de işsizlik ne durumda?
Türkiye’de işsizlik yüzde 11-13 arasında oynuyor. Bu resmi rakamlar, gizli işsizliği katmadan… Tarım sektöründe çalışanların çoğu yevmiyeli çalıştığından kayıtlı bile değil. Gençler arasında işsizlik bence yüzde 30 düzeyinde. Türkiye’de işsizliğin azalması için istihdamın artması, bunun için de yatırımların çoğalması gerekiyor, ama maalesef böyle bir durum söz konusu değil. Türkiye devamlı olarak sıcak para çeviriyor. İç tasarrufun artması ve kalıcı sermayenin gelmesi çare olabilir.
Hükümet buna ne gibi önlemler alıyor?
Bence AKP hükümetinin başardığı ve iktidarda kalmasını sağlayan çok önemli üç konu var. AKP istihdamı arttırmadı, ama sıcak parayı çok akıllıca çevirdi ve gelir aktarımı yaptı, yani senin benim ortak sahip olduğumuz kamu mallarını alt gelir grupları lehine kullandı. Sağlık politikasını dar gelirliler için, neredeyse bedava hale getirerek ve tüm hastaneleri herkese açarak sağlık sorununu büyük çapta çözdü; ulaşımı ucuzlattı, bütün Anadolu’ya duble yollar inşa etti, okul kitaplarını bedava dağıttı, insanların rahatça ısınmaları için kömür verdi ve TOKİ vasıtasıyla çok ucuz toplu konutlar inşa ederek ödeme güçlüğü çeken insanların barınma ihtiyacını karşıladı, gecekonduda oturan insanları kiradan daha ucuza ev sahibi yaptı. Sağlık, yol, ısınma, eğitim ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını çözmüş olan bir toplum için işsizlik o kadar önemli bir sorun olmaktan çıkar. Yani paradoks gibi görünebilir ama, Türkiye’de işsizlik azalmadığı halde, insanlar bundan şikâyetçi değil.
Tahminimce işiniz gereği çok okuyor, çok araştırıyor ve çok yazıyorsunuz. Böyle bir çalışma temposu insanı asosyal yapmaz mı? Çok sempatik görünüyorsunuz oysa…
Yapar! Sempatik olmam, sosyal olmamı ya da herkese hoş görünmemi gerektirmez. Görüşmek istediğim insanlar konusunda, özellikle son 10-15 yıldır fazlasıyla seçici davranmaya başladım. Görüştüğüm insanlar benden sıkılmazlar, zaten ben de onlarla olmaktan keyif aldığım için görüşürüm. İnsanlarla büyük gruplar halinde çıkmaktan ziyade, teke tek görüşmeyi tercih ederim. Alışveriş merkezleri gibi kalabalık, gürültülü yerlerde bulunmayı sevmem – daha çok insanların buraya atfettikleri değer nedeniyle… Maalesef bulunduğum çevredeki insanların yapmacık ve sahtekâr tavırları bana çok ters geliyor, bu insanları da görüşmeye değer bulmuyorum.
ORTADOĞU, TÜRKİYE ve İSRAİL
Ortadoğu’daki karışıklık, bulaşıcı bir hastalık gibi tüm ülkelere bir bir yayılıyor. Nereye varır sizce bu işin sonu?
Ben Ortadoğu’da olanları bir domino etkisine bağlamıyorum. Dominoda bile taşları dizersin, ama ilk taşa birinin vurması gerekir. Tam çözemiyorum, ama olay esasında İran ile Batı dünyası arasında. Diktatörlerin altlarının oyulması ve devrilmesiyle birlikte ortaya çıkabilecek İran yayılmacılığı önlemek için Batı harekete geçti. İran’a göre ise, halkı elde edebilmek ve istediği türde bir yönetimi hayata geçirebilmek için çok uygun bir zaman. Ne olacağına dair bir öngörüde bulunmak için Mısır çok önemli bir mihenk taşı. Mısır’da Müslüman Kardeşler mi, yoksa Mübarek’i yıkan Mübarekçi askerlerin mi başa geçeceği çok önemli. Çünkü Müslüman Kardeşleri yıllardır finanse eden İran’dır. Türkiye’ye burada verilen görevse, devlet gücüne ulaşmış ama terörist faaliyetler de yapan ve Batı’nın doğrudan doğruya temasa geçemeyeceği ülkelerle arabuluculuk görevidir. Ancak Türkiye maalesef hiçbir zaman bu kadar ‘politikasız’ hale gelmemişti. Şu anda Arap dünyasında İran’a en yakın ülkenin Türkiye olmasını aklım hayalim almıyor, çünkü Türkiye için Ortadoğu’daki en büyük tehlike İran’dır. Türkiye’nin dış politika çıkmazı üzerine yeni bir kitabım Kırmızı Kedi Kitapları tarafından çok yakında yayınlanacak. Kitabın adı: Yeni Osmanlıcılık ve Kürt Açılımı.
Türkiye-İsrail ilişkileri ne durumda sizce?
Türkiye’nin böyle bir ortamda İsrail’i kaybetmesi kadar yanlış ve aleyhine bir davranış olamaz. İsrail Hükümeti’nin yaptıklarına kızmış olabilirsin, ama Hamas ve Hizbullah’a iyi görünmek uğruna İsrail devletini karşına alırsan, İsrail’in Ortadoğu’daki dengelerde temsil ettiği önemli rolü göz ardı etmiş olursun. Şahsen, günün birinde Türkiye’yi terk etmem şart olsa, Ortadoğu’daki ülkelerin içinde tek seçeceğim ülke İsrail olurdu. Kendimi en rahat hissedeceğim Ortadoğu ülkesi İsrail’dir. Kaldı ki, İsrail’e en yakın 2 ülke Mısır ve Suudi Arabistan’dır, çünkü her ikisi de farkında ki, İsrail’e bir şey olduğu takdirde, İran hepsini yok edecek. Böyle bir hareketlilik sonrasında, Ortadoğu’da çok şeyin değişeceğine, hatta tebeşirle çizilmiş sınırların bile oynayacağına inanıyorum.
İsrail bu durumdan ne gibi bir zarar görebilir?
İsrail’in gerçekten korkması gereken İran, çünkü İran İsrail’i Ortadoğu’daki oyununun sembolü konumuna getirdi. Allah muhafaza İsrail’i yok etmeye kalktığı anda, Ortadoğu’daki bütün İslam ülkelerinin lideri olacağına inanıyor. İsrail de buna karşı uzun yıllar Türkiye ile Mısır’la ve diğer bazı Sünni Körfez ülkeleri ile ittifak yaptı. Şimdi bu ayaklanmalar sonucunda Şii hükümetler iktidara gelirse, İsrail köşeye sıkışır. Böyle bir durumda da saldırmaktan başka çaresi kalmaz. Umarım böyle bir durum asla yaşanmaz.
Dr. Cüneyt Ülsever 1951 yılında Ankara’da doğdu. Lise eğitimini Robert Kolej’de tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisansını Johns Hopkins Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler ve Columbia Üniversitesi’nde iktisat alanında tamamladı. 1978-1983 yıllarında Harvard Üniversitesi’nde İnsan Kaynakları Ekonomisi konusunda doktora yaptı. 1983-97 yıllarında çeşitli kademelerde yöneticilik görevlerinde bulunan, 1991-99 yıllarında danışmanlık yapan Ülsever, 1999 yılının başından bu yana Hürriyet gazetesinde çalışmaktaydı.
“İlkokulda bir Musevi kızına aşık olmuştum. Platonik bir şeydi, kızın haberi bile yoktu. Sonra ailesiyle birlikte İsrail’e göç ettiler. Yıllar sonra İsrail’de karşılaştık. Ne iş yaptığımı sorunca, edebiyatçı olmama şaşırmıştı. Meğer o da benim fen bilimcisi olacağımı düşünürmüş!”
“Eskiden köşe yazılarına makale denilirdi, sonradan (rahmetli Turgut Özal’ın döneminde) köşe yazısı diye hiçbir anlama gelmeyen bir isim aldı. Makale fikre dayanan yazılardır. Ne yazık ki günümüzde makale yazan gazeteci sayısı çok azaldı. Onların yerini birbirlerine sataşan, laf atan köşe yazarları aldı. Siyaset magazinleşti!”