Festivalin 230 filmlik zengin programının ilk haftasında, Fransız sineması, yenilik getiren, doyurucu ve ilgiyle izlenen filmleriyle öne çıktı. Her zaman festival yazılarında yaptığımız gibi kötü filmleri görmezden gelip, sinema sanatına katkıda bulunan kaliteli olanlarına değineceğiz.
Ölümünden bir hafta önce vizyona giren, Alain Corneau’nun veda filmi “Aşk Suçu” yönetmenin insan ilişkilerini anlatma ve gerilim atmosferi yaratmadaki becerisini sergiliyor.
“Sinema gibi 30 yıl” başlıklı 30. İstanbul Film Festivali’nin ilk hafta filmlerine Fransız sineması damgasını vurdu. Her zaman yaptığımız gibi kötü filmleri görmezden gelip, sinema sanatına katkıda bulunan kaliteli filmleri bu yazımızda inceleme konusu edeceğiz.
Festival öncesi yazımızda sözünü ettiğimiz, Fransa’nın Oscar adayı, Rachid Bouchareb’in Cezayir bağımsızlık savaşını işlediği “Kanunsuzlar / Hors La Loi”, sinema tarihinin en büyük holokost başyapıtı, Claude Lanzmann’ın 9,5 saatlik “Shoah”ını atlayıp, yılın en çok konuşulan 3 Fransız filminde söz edeceğiz. Bunlar, gişe şampiyonu “Küçük Beyaz Yalanlar”, hınzır ve gerçeküstücü mizaha dayanan “Buz Sesi” ve ölümünden bir hafta önce vizyona giren, Alain Cornau”nun veda filmi “Aşk Suçu”.
Fransız sinemasının yaramaz çocuğu François Ozon’un programda iki filmi vardı: Catherine Deneuve ve Gerard Depardieu’yü buluşturan son filmi “Kadın İsterse” ve kendisini ünlü yapan 1998 tarihli “Sitcom”.
Costa Gavras’ın kızı Julie, Fransa – İngiltere – Belçika ortak yapımı “Aşkın İkinci Perde”sinde, William Hurt ve İsabella Rosselini’nin desteği ile, bu ikinci filminde umut vaad eden bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor.
FRANSA’NIN GİŞE ŞAMPİYONU FİLMİ
Bu hafta vizyona giren “Son Gece” filminde, New York’lu sevgilisi ile olan aşkını evliliğe götüremeyen Fransız aşık rolünde izlediğimiz Guillaume Canet, kamera arkasında da başarılı olabileceğini “Küçük Beyaz Yalanlar / Les Petits Mouchoirs” ile kanıtlıyor.
Fransa’da 5,5 milyon kişinin izlediği filmde, Canet 3. yönetmenlik denemesinde, yıllık tatillerini deniz kıyısında geçiren Parisli burjuva bir arkadaş grubunun öyküsünü anlatıyor.
Claude Sautet’nin unutulmaz “Paul, François, Vincent et Les Autres” ve Lawrence Kasdan’ın “The Big Chill” filmlerini hatırlatan yapısıyla, “Küçük Beyaz Yalanlar” sırları, travmaları, endişeleri ve arzularıyla karşı karşıya gelen Paris burjuvazisini yansıtıyor.
Trafik kazası geçiren bir arkadaşlarını hastanede bırakan eski dostların, aileleriyle birlikte bir sahil evinde bir araya gelmeleriyle, aralarındaki gerilim açığa çıkacaktır.
Filmin senaryosunu da yazan Guilaume Canet nefis karakter tahlilleriyle, mutlu bir evliliğe sahip gibi görünün 2 çifti, daldan dala konan, mutluluğa erişemeyen bekar erkek ve kadınları, aldatmaları, güvensizlikleri, sadakatları ve dostluk bağlarını sorguluyor.
Fransa’nın en ünlü sinema yıldızlarını biraraya getiren bu esprili ve duygusal filmde, arkadaş grubuna yaşça büyük bir dostları, hırslarının kendilerini nereye götürdüğünü soruyor ve neyin yeterli olduğunu öğrenmek istiyor.
Kapitalizm ve anlık hırsların insan ilişkilerini tehlikeye attığı soruluyor filmde. G. Canet’nin Oscar ödüllü eşi Marion Cotillard, emsalsiz François Cluzet, kendini aşan Gilles Delouche görkemli bir oyuncu kadrosunda öne çıkan isimler.
38 yaşındaki Canet bu 2,5 saatlik filminde komediyi, dramı ustalıkla harmanlıyan mükemmel bir sinematografiye imzasını atıyor.
Gücünü doğallık ve samimiyetten alan filmde kahkaha da var, gözyaşı da.
ÖLÜMLE DANS
Fransız sinemasında kara mizahın temsilcisi sayılan Bertnard Blier’nin en büyük özelliği her filminde özgün olabilmeyi başarmasıdır.
Hareket noktası hep parlak ve özgün fikirlerden yola çıkan senaryoları, müthiş bir mizah içeren zeki dialogları B. Blier’yı çizgi dışı bir sinemacı yapıyor.
Son filmi “Buz Sesi / Le Bruit des Glaçons” ile Blier riskli, anarşist ve siyaseten doğruculuğu iplemeyen bir filmle daha karşımızda. 72 yaşındaki sanatçı 1998’de İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü’nü almış, “Beni Ne Kadar Çok Seviyorsun? / Combien Tu M’Aime” ile festival izleyicilerinin takdirini kazanmıştı.
“Buz Sesi”nin kahramanı Charles, Goncourt Ödülü’nü kazandıktan sonra yazıp çizmeyi bırakmış bir yazardır. Karısı tarafından terk edildikten sonra taşradaki evinde kendini içkiye vermiştir, gece gündüz içer ve yanında sürekli bir buz kovası taşır.
Bir gün kapısını gizemli bir adam çalar: “Ben senin kanserinim. Birbirimizi biraz tanısak iyi olur” diye kendini takdim eder. Charles ve kanseri, yani hasta ile hastalık özel bir iletişim kurar ve hayli yakınlaşırlar. İyi bir dinleyici ve ideal bir kadın olan, hoş ve özenli kahya Louisa, gönül gözü açık olduğu için diğer insanların göremediği kanserin tek tanığıdır.
Kendisi kanseri yenmiş olan Bertrand Blier, hastalık sonrası ortalama ömür süresi gibi konularda da iyimser ve yapılacak en iyi şeyin mücadele edip güzelce tedavi olmak olduğuna inanıyor.
Zira kanser bugünlerde hepimizin hayatında ve zaten sürekli ondan bahsediyoruz.
Kanserin şahsen ziyaret ettiği bir adamın öyküsüyle Blier izleyicileri hem şaşırtmayı, hem düşündürmeyi, hem de güldürmeyi başarıyor. Charles’in kansere dahi kazık atmadaki becerisini, Blier, kara mizahın saldırganlığına, provakasyonuna yer vermeden gösteriyor.
Projeksiyon sırasında izleyicilerden yükselen kahkahalar kanser ile bile dalga geçilebileceğinin kanıtıydı. Bir yıl Venedik’te En İyi Avrupa Filmi Ödülü’nü kazanan “Buz Sesi”nde Louisa’yı canlandıran Anne Lavaro Cesar Ödülü’nün sahibi olmuştu.
Blier’nin yaptığı en iyimser, en şefkatli (belki de en iyi filmi) olan “Buz Sesi” 30, Festivalin hoş bir sürpriziydi.
ALAIN CORNEAU’YA SAYGI DURUŞU
“Dünyanın Tüm Sabahları / Tous Les Matins de Monde” başyapıtının yaratıcısı, yazar-yönetmen Alain Corneau son filmi “Aşk Suçu / Crime d’Amour”un gösterime girmesinden bir hafta sonra vefat etti. Stilize psikolojik gerilim filmleriyle, klasik Fransız polisiye geleneğinin usta bir temsilcisi sayılan Corneau’nun son filmini festival aracılığıyla izlemek büyük keyif oldu.
İki acımasız üst düzey kadın yöneticinin, acımasızlıkta sınır tanımayan çatışmayı konu alan “Aşk Suçu”, yönetmenin karmaşık insan ilişkilerini anlatmada, oyuncu yönetmede, gerilim atmosferi yaratmadaki becerisini sergiliyor.
Çokuluslu bir Amerikan şirketinin Fransa’daki ofisinde yönetici konumundaki iki çekici ve güçlü kadın arasındaki mücadelenin fonunda film, iş hayatının acımasızlığını ve suç olgusunu işliyor.
Orta yaşlı, güzel ve korkutucu Christine (Kristin Scott Thomas), genç ve yetenekli orta kademe yönetici İsabelle (Ludivine Seigner)nin parlak fikirlerini sahiplenir. Sevgilisini elinde alınca Christine rakibesini herkesin önünde küçük düşürür. Aşağılanan manipülasyon kraliçesi İsabelle’in intikamı korkunç olacaktır. Corneau, şirket casusluğu, şantaj, güç ve ofis politikaları gibi temaları işlediği filmde, yönetici dünyasındaki güç oyunları, baştan çıkarma, intikam ve kusursuz suç üzerine ilginç şeyler söylüyor.
Corneau “Kesinlikle şüpheli duruma düşeceğiniz kusursuz suçu işledikten sonra, kendinizi suçlu göstererek masumiyetinizi nasıl kanıtlarsınız?” sorusuna cevap arıyor.