Öğretmenimiz Moşe’nin yaşamının bazı bölümlerini, Dağ Başındaki Çobanlar başlığı altında ele almak istiyordum ki, çarpıcı bir nokta dikkatimi çekti. Moşe’nin hayatı aslında Suyun Başını Tutan Kızlar ile başlıyor. Hangileri mi?
Şemot Kitabını açıyor ve okumaya başlıyoruz.
(Annesi) çocuğu sepete koydu ve Nil’in kıyısındaki sazlığa yerleştirdi. Çocuğun ablası, ona ne olacağını görmek için uzakta beklemeye koyuldu. Prenses nehirde yıkanmaya inmişti. Sazların arasında sepeti gördü ve bir cariyesini göndererek onu aldı (Şemot 2:3-5).
Gördüğümüz gibi Nil Nehri’nin, yani suyun başını tutan iki kız var. Biri, kardeşinin akıbetini uzaktan izleyen Miriam, diğeri ise çocuğu bulan ve ona, antik Mısır dilinde “onu sudan çıkardım” anlamına gelen Moşe ismini takan, Paro’nun kızı Bitya’dır (prensesin kimliği, Divre aYamim 4:18’de geçer).
Bildiğimiz gibi Prenses, Moşe’yi evlât edindi ve Moşe, Paro’nun sarayında prens gibi büyüdü ancak Bene Yisrael’den hiç kopmadı. Nitekim köle gibi çalıştırılan kardeşlerine bakmak için sık sık dışarı çıkıyor ve ıstıraplarını görüyordu. Tanık olduğu bir şiddet gösterisi sırasında Mısırlı görevliyi (Raşi’ye göre Tanrı’nın gizemli İsimlerinden birini kullanmak suretiyle) öldürdü ve kaçmak zorunda kaldı.
Moşe, Paro’nun önünden kaçtı ve Midyan ülkesine yerleşti. Moşe kuyu başında oturuyordu. Midyan reisinin yedi kızı vardı. Kızlar o sırada geldi, su çekti ve babalarının davarını sulamak için yalakları doldurdu. Başka çobanlar gelip onları kovalamaya çalışınca, Moşe kalkıp kızları kurtardı ve davarlarını suladı (Şemot 2:15-17).
Yine ne çok sürpriz var, değil mi? Suyun başını tutan, bu kez bir kız değil, Moşe. Çobanlar ise erkek değil, Midyan reisi Yitro’nun yedi kızı! Ve evleneceği kızı, yine suyun başında bulan bir erkek!
Moşe, Yitro’nun kızlarından Tsipora ile evlendi, bir oğlu oldu ve ona “Çünkü yabancı bir ülkede yabancı olarak yaşadım” diyerek, adını yabancı anlamına gelen Gerşom koydu. Moşe’nin Midyan’da yabancı sayılması doğaldır ancak büyük din âlimi Or Ahayim konuyu daha derinlemesine ele alarak şu yorumda bulunur: Moşe, Tanrı’ya her zaman yakın olmak isteyen tüm tsadikler (dürüst kişiler) gibi, yeryüzünde kendini yabancı gibi hissetmektedir.
Moşe, Yitro’nun yanında kaldığına ve Yitro’nun da davar sürüleri olduğuna göre, ne iş yapıyordu dersiniz? Moşe, kayınpederi Midyan reisi Yitro’nun davarını güdüyordu. Davarı çölün derinliklerine kadar yönlendirdi ve Horev bölgesindeki Tanrı’nın Dağı’na geldi. Tanrı’nın bir meleği, çalılığın içinden parlak bir ateşle kendisine göründü. Moşe baktığında çalılığın ateş içinde yanmasına rağmen tükenmediğini fark etti (Şemot 3:1-2).
Burada hemen bir parantez açalım. Moşe’nin çobanlık yaparak kazanacağı deneyim, gelecekte Bene Yisrael’in “çobanı” olarak kendini kanıtlamasını sağlayacaktır zira Midraş’a göre şöyle bir olay meydana gelmiştir.
Bir gün bir kuzu sürüden ayrılır ve Moşe onu takibe koyulur. Kuzu bir su kenarına gelince durur. Moşe onun isyankârlıktan değil de susadığı için kaçtığını anlayınca, susuzluğunu giderinceye kadar bekler ve yorgun düşen hayvancağızı sırtına alarak sürüye geri getirir. Eğer Moşe, yardıma muhtaç bir hayvan yavrusuna bile bu şefkati gösteriyorsa, Tanrı’nın gözünde bütün bir ulusun başına geçmeye lâyıktır. Yoksa mesele lider olabilmek için üç beş hayvan güdebilmek değildir.
Midraş Tanhuma şöyle belirtir: Tanrı, kişiyi ancak basit gibi görünen bir olayla sınadıktan sonra ona yücelik bahşeder. Kişinin yükselmesine izin veren ve olanak tanıyan, bir tek Tanrı’dır. Diğerleri vesiledir. Kral David’den de aynı bağlamda söz etmek mümkündür. Tanrı tarafından kral atamadan önce -tabii ki- çobanlık yapan David, sürüsünün sahipli arazilerde otlanmasını önlemek ve dolayısıyla hırsızlığa yol açmamak için, çölde otlatırdı. Ancak çölde bile toprağın sahipli olup olmadığına dikkat ederdi.
Yanan Çalılık sahnesine geri dönecek olursak, Tanrı’nın Moşe ile konuştuğunu ve Bene Yisrael’i Paro’nun pençesinden kurtarmasını emrettiğini bilmeyenimiz yoktur sanırım. Moşe ne yaptı peki? Gururlanıp, “Emrin olur Yüce Tanrım, hemen!” mi dedi? Tam aksine, kızardı bozardı, hatta yerin dibine geçti ve “Ben kimim ki? (mi anohi?)” diye sordu (Şemot 3:11). Ben kim oluyorum, hangi özelliklere sahibim, gücüm nedir ki böyle bir işe kalkışayım? Ağzının lâf yapamadığından, zaten dilinin peltek olduğundan yakındı ve “Beni ciddiye almayacaklardır, Tanrı sana görünmedi diyeceklerdir” dedi (Şemot 4:1). Ayak diretti. “Yalvarıyorum Aşem, konuşma becerisine sahip biri değilim ben... Hem konuşma, hem de uygun dil kullanımı konusunda güçlük çeken biriyim ben” (Şemot 3:10).
Tanrı cevap verdi: “İnsana kim ağız verdi? İnsanı kim dilsiz yapar? Ya da sağır veya kör? Bunları yapan Ben -Aşem- değil miyim?” (Şemot 3:11). Aynı mantıkla, insana akıl, fikir, zekâ, muhakeme gücü, öğrenme ve anlama yeteneği verenin de Tanrı olduğunu bilmeliyiz. Yoksa çok vasat ebeveynlerden dâhi çocukların çıkmasını (bunun tersi de geçerli tabii) nasıl açıklayabiliriz?
Aslında Moşe, her şey bir yana, Paro’nun kızının sarayda yetiştirdiği evlâtlığı, bir Mısır Prensi idi. Çoğumuz ezilip büzülerek “Ben kimim ki?” diye sormak yerine, “Tabii, ben zaten Paro’nun kankasıyım, bu işi oldu bil Yüce Tanrım! Yalnız önce altıma şöyle son model bir araba çekelim de havam olsun!” demez miydik?
Ya tevazudan iki büklüm olan Moşe’nin tepkisine karşın, Paro’nun verdiği şu yanıta ne demeli? “Aşem kim ki, onun sözünü dinleyip Yisrael’i salıvereyim?” (Şemot 5:2).
Tanrı, Moşe’ye manevi güç vermek için ağabeyi Aaron’u da yanına vererek Paro’ya gönderdi ve sonuç, daha yeni kutladığımız Pesah Bayramı.
Peki suyun başı ile işimiz bitti mi? Hayır. Paro, Bene Yisrael’i salıverdikten sonra yine ordusuyla peşlerine düştü ve onları Kızıldeniz kıyısında (aslında Sazlık denizi, bir çeviri hatası yüzünden bütün dillere yanlış yerleşmiş. Red Sea değil, sazlık anlamına gelen Sea of Reeds) kıstırdı. Devamını yine biliyoruz. Tanrı denizi yardı, Bene Yisrael kuru topraktan geçtikten sonra onları takip eden Mısır askerleri, üzerilerine kapanan sularda can verdi.
Karşı kıyıya geçtiklerinde Moşe ve Bene Yisrael, şükranlarını sunmak için “Tanrı için şarkı söyleyeceğim çünkü kibirlilerin üzerinde gururlandı” diyerek Deniz’in Şarkısı’nı okudu. Ardından Miriam, diğer kadınlarla birlikte tef çalarak dans etmeye koyuldu.
Dört ay süren yazı dizimizi, son bir çobandan söz ederek bitireceğiz. Yaklaşık olarak MS.50 ilâ 135 yılları arasında Yeruşalayim’de yaşamış olan Rabi Akiva’nın adını hiç duydunuz mu? Talmud ondan RoşaHahamim diye söz eder: Bilgelerin başı, Yahudi geleneğinin en büyük otoritesi. Rabi Akiva’nın, yine Talmud’da yer alan evlilik öyküsü oldukça romantiktir.
Akiva ben Yosef, Yeruşalayim’in en zenginlerinden Kalba Savua’nın yanında çobanlık yapıyordu. Yoksul bir ailenin, okuma yazması olmayan oğluydu. Rahel ise Kalba Savua’nın, saray gibi evinde büyüyen kızıydı. Etrafında varlıklı ve eğitimli pek çok genç olmasına rağmen Rahel, Akiva’nın tevazuunu, inceliğini ve zekâsını fark etti. Ona âşık oldu ancak evlenmek için Akiva’nın Tora öğrenmesini şart koştu. Düşünün ki Akiva, sahip olduğu evlâtlar ile okula gitmeye başladığında kırk yaşındaydı! Ancak umudu vardı çünkü bir gün Yeuda tepelerinde sürüsünü otlatırken susamış, su içmek için dere kıyısına gitmiş ve bir görüntü onu derinden etkilemişti. Düzenli aralıklarla kocaman bir kayanın üzerine düşen su damlaları taşı aşındırmış ve derin bir çukur oluşturmuştu. Akiva suya, ardından taşa baktı ve şöyle dedi. “İpek gibi yumuşacık olan su, aslında nasıl da güçlü! Benim taşa dönüşmüş kalbimi de böyle yumuşatabilir mi acaba?”
Bu arada Kalba Savua’nın kızını evlâtlıktan reddederek evden kovduğuna ve genç çiftin parasız pulsuz, evsiz barksız kaldığından söz etmeye gerek yok sanırım.
Tora’nın su ile karşılaştırıldığını daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Akiva gerçekten de Tora aşkına kapıldı ve kırk yaşından itibaren, on iki yıl boyunca ünlü rabilerin yanında gece gündüz Tora çalıştı ve on iki bin öğrencisiyle Rahel’in yanına dönerken, karısının, kendisiyle alay eden bir komşusuna verdiği cevabı duydu: “Akiva benim sözümü dinlerse, Bet Midraş’ta (öğrenim evi) bir on iki sene daha kalıp öğrenimine devam eder.” Rabi Akiva karısına görünmeden gerisin geri gitti ve bir on iki yıl sonra yanında yirmi dört bin öğrencisi ile görkemli bir dönüş yaptı. Tora âlimlerine büyük hayranlık duyan Kalba Savua’nın kızını ve damadın bağrına bastığını ve öykünün mutlu bir sonla tamamlandığını belirtmeye de gerek yok... Ancak Rabi Akiva’nın “bu dünyadaki” sonu, ne yazık ki Romalılar yüzünden çok acı oldu. O olaydan burada söz ederek yazının ruhunu incitmek istemiyorum doğrusu.
Umarım Yahudiliğin ünlü çobanları, hayatlarına giren su başındaki kızlar ve Tora’yı temsil eden su (ve dolayısıyla kuyular) hakkında sizlere kısacık da olsa bir fikir verebildim sevgili okurlar. Yazımı David aMeleh’in 23 sayılı mizmorunun ilk iki dizesi ile bitirmek istiyorum: Tanrı çobanımdır, hiçbir eksiğim olmaz / Beni verimli otlaklara yerleştirir, sakin sulara yöneltir.
Bu dünyada mutluluk ve huzurun sırrı, Tanrı’nın gerçekten çobanımız olduğunu kabullenmek ve O’nun sayesinde hiçbir eksiğimiz olmayacağına yürekten inanmaktır.