Can Yayınları’ndan yeni çıkan ‘farklı’ bir kitap: 1939 Yazı

Dünya, savaşı gözü kapalı bekledi,

Savaş, geliyorum dedi ve geldi...

Perspektif
27 Nisan 2011 Çarşamba

Can Yayınları’ndan bu ay çıkan ‘1939 Yazı’ adlı eserin yazarı Werner Biermann, aslında hem yazar hem de film yapımcısı. Çoğu tarihî konularla ilgili olmak üzere elliye yakın belgesel filme imza atmış olan Biermann’ın çalışmaları bugüne dek pek çok ödüle değer görülmüş.

Kitabı Türkçeye kazandıran, ortaöğrenimini İstanbul Alman Lisesi’nde tamamladıktan sonra, kimya mühendisliği ve işletme eğitimi görmüş, bugün özel bir ilaç şirketinde yönetici olarak çalışan Ayşe Sarısayın, Behçet Necatigil’in kızı. Babasına ilişkin anılarının yer aldığı Çok Şey Yarım Hâlâ adlı kitabı, 2001 yılında (YKY) yayımlandıktan sonra Denizler Dört Duvar (Can Yayınları, 2003) adlı ilk öykü kitabıyla 2004 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan, Yorgun Anılar Zamanı (Can Yayınları) ile 2005 Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen Ayşe Sarısayın.

1939 Yazı aslında bir günce. 10 Mart 1939 Cuma günü başlayan serüven, 11 Kasım 1939’da son buluyor. Okuru kitabın girişinde John Donne’un dizeleri karşılıyor:

No man is an island / entire of itself; every man is a piece of the continent, / a part of the main...” 

“Hiç kimse bir ada değildir, kendi başına; herkes bir parçasıdır anakaranın, asıl olanın bir parçası.”

Beş bölümden oluşuyor ‘1939 Yazı’: “Martın on beşi”, “Şeytan iksiri”, “Mayıs uzaklarda”, “Sinir savaşı”, “Marş müziği”, “C’est la guerre”...

Eserin kahramanları arasında çok tanıdık, bildik kişiler var. Her biri 1939 Yazı’nda gündelik yaşantılarında...

Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Emil Hácha, Slovak Başbakanı Jozef Tiso, 1933’te iktidara gelmiş olan Adolf Hitler, sekreteri Bakan Joseph Goebbels, SS Yüzbaşı Adolf Eichmann, Reinhard Heydrich, Göring, Ribbentrop, Keitel, İosif V. Stalin, yeryüzündeki tüm Katoliklerin başkanı XII. Pius, Joseph P. Kennedy, Juan Negrín, ABD Başkanı Roosevelt, Joe ve Jack Kennedy, Kraliçe Mary, Prenses Elizabeth, Winston Churchill, Francisco Franco, Mussolini, Fyodor Daniloviç Toropçenko, Bertolt Brecht, Thomas Mann ve karısı Katia, Coco Chanel, Sigmund Freud, pasifist fizikçi Albert Einstein, Varşova’da piyanist Vladislav Szpilman, Kafka’nın arkadaşı Max Brod, Albert Camus, Joseph Roth, Stefan Zweig, Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre, Adolf Ziegler, Otto Dix, Klaus Mann, Ernst Bloch, Max Horkheimer, Ernst Toller, Lovis Corinth, Ernst Barlach, Oskar Kokoschka, Paula Modersohn-Becker, Leipzig Sağlık Müdürlüğü’nde görevli Doktor Horst Schumann, fizikçi Otto Hahn, buğulu sesli Zarah Leander, Marlen Dietrich, Berlin-Kreuzberg’de işsiz mühendis André Hoevel, Sachsenhausen Toplama Kampı’ndaki mahkûm Bernhard Wicki ve daha niceleri...

Kitabın ilk sayfasından son sayfasına gündelik hayatın sıradanlığı içinde bir crescendo yaşanıyor ve arkasından forte, fortissimo!

 Irkçılık, faşizm, Nazizm ve arkasından savaş!

Gündelik hayatın sıradanlığı içerisinde yaklaşıyor savaş, adım adım... O günlerde dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan insanlar adım adım korkunç bir savaşın içine sürükleniyorlar, kimileri hiç bilmeden, kimileri az bilerek, kimileri de çok bilinçli... Tarihin en korkunç savaşına, İkinci Dünya Savaşı’na...

‘1939 Yazı’ kötülüğün sıradanlığının altını çizerken çok tanınmış kişilerin de gündelik yaşamlarından günbegün kesitler vererek okuyucuda merak uyandırıyor; savaşa giden yolda onlara eşlik ediyor...

Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Çağlıyor’la, ‘1939 Yazı’nın Türkiye’deki yayın serüvenini konuştuk.

Zeynep Hanım, ‘1939 Yazı’nın bugüne dek yazılmış İkinci Dünya Savaşı konulu eserlerden farkı nedir?

Üzerinde yüzlerce kitap yazılan, film çekilen İkinci Dünya Savaşı konulu bir eserin tekrarlara gitmeden, farklı bir açı yakaladığını görünce, ‘1939 Yazı’nı yayın programına aldık. Burada savaşın etki alanının sanıldığından da geniş olduğunu, ancak savaş yaklaşırken çok tanıdık kişilerin kimilerinin sürgünde de olsalar, kendilerini savaşın içinde de bulsalar,  mücadeleyi bırakmadıklarını, kimilerinin ise tam tersine sessiz kaldıklarını görüyoruz.

Savaşın sesi önce kulaktan kulağa yayılmaya başlıyor; sonra ses yükselmeye başlıyor ama nedense kimse duymuyor ya da duymak istemiyor.

Bu da ürkütücü bir durum. Dünyanın en büyük savaşı adım adım ilerleyerek geliyor. Bunun fark edilmemesi mümkün değil. Savaş insanoğlunu, devletleri bu kadar kolay ve çabuk ele geçirebiliyorsa, bu, her zaman tekrar edilebilir bir durumdur. Büyük bir tehlike! İnsanlık bu savaşa gerektiği gibi tepki vermemiş. Oysa savaş bağıra bağıra geliyor. Herkes aynı çorbanın içinde pişiyor. Savaşa karşı gelebilecek, yönünü değiştirebilecek olanların kimi sessiz kalmış, kiminin sesine kulaklar tıkanmış. Aydınların, Yahudilerin uyarılarına hiç itibar edilmemiş. Hiç kimse Hitler’in başlattığı saçma bir girişimin, bu kadar saçma değerlere dayanan bir görüşün gerçeğe dönüşebileceğine ihtimal vermemiş; sonuçta dünyayı bu felaketten koruyabilecek olanlar basiretsiz davranmış,  mücadele edenler görmezlikten gelinmiş.

Dünya bu gerçeği ne zaman görüyor?

Gittikçe büyüyen çıban patlayıp irinlerini etrafa saçmaya başlayınca ne yazık ki. O patlama noktasına gelişi çok güzel ifade eden, yeniden yaratan bir kitap ‘1939 Yazı’.  

Çok çarpıcı gerçekler var kitapta. Örneğin Alman sinema sektöründe binlerce Yahudi ya da savaş karşıtı ülke dışına kaçmış.                                                         

Evet. Yaklaşık dört bin Yahudi oyuncu, rejisör, kameraman… Sinemanın en iyileri var aralarında. Marlene Dietrich gibi. Bir de Nazi iktidarına karşı “kendine sakladığı” şüpheleri olsa da Almanya’yı terk etmeyenler var. Oyuncu yönetmen Eugen Burg’un kızı Hansi’yle birlikte yaşayan Hans Albers var. O Almanya’yı terk etmiyor, ama Hansi Burg’la birlikte yaşadığı için ari ırkı ‘kirletmiş’ durumda. Ülkede o dönemde öyle bir ortam var ki, Yahudiler, Reich Sinema Meslek Kuruluşu’na üye olamıyor; üye olmayanlar da çalışma izni alamıyor.  Çekip gitmek, kariyerinin sonu anlamına geliyor. Yabancı dil bilmeyen Albers, Carl Zuckmayer’in dediği gibi, sarışın bir Nazi figüranı olarak Hollywood’da günlüğü on dolara kıt kanaat yaşamak zorunda kalıyor. Yaşamlara darbe vuruluyor.  Albers, 1935 yılı Ekim ayında Goebbels’e yazdığı özel bir mektupta, hayat arkadaşından resmen ayrıldığını açıklıyor. Hansi, bir İsveçliyle formalite evliliği yapıyor ama Albers’le yaşamaya devam ediyor.

İnsanların kişiliğini yok eden bir baskı bu.

İşte kitapta bu baskıyı içinizde hissediyorsunuz. Albers gibi dayanamayanlar, Nazi propaganda filmlerinin aranılan yıldızı oluyor. Eugen Burg gibi toplama kamplarında hayatını kaybedenler ya da sürgünde yaşamak zorunda bırakılanlar var.

Nasyonal sosyalistlerin hedefi her şekilde Yahudilerden “kurtulmak”.

Sadece kurtulmak değil, onların Almanya dışında, dünyada var olmalarını da engellemek. Yok etmek. Eichmann, raporunda “Amacımız Yahudi sermayesini yurtdışına aktarmak değil’’ diyor. “Reich’ın ve Almanların çıkarları açısından bağımsız bir Yahudi devletinin oluşumunu engellemek zorunlu”.

Kitapta, Coco Chanel’in hazırladığı son defileyi okurken yok olan bir Berlin modasını da öğreniyoruz.

O dönemde Berlin, moda dünyasının kalbi. 1933 yılında Yahudilere ait 176 kadın giyim firması varken, bir tane bile kalmıyor. Sahipleri Yahudi olan bu işyerleri ya tasfiye ediliyor ya da devlet tarafından kamulaştırılarak “arileştiriliyor”.

Kişisel dramlar da anlatılıyor ‘1939 Yazı’nda.

Evet. İnsanın içine işleyen cümleler var. 1933’te kitapları yakıldığında bile ülkesini terk etmeyen Sigmund Freud, Avusturya’nın Büyük Alman Reich’ına ilhakından sonra tüm Yahudiler gibi tehdit edilince, ardında üç yaşlı kız kardeş bırakarak seksen iki yaşında Paris’e kaçmak zorunda kalıyor; üstelik o da Einstein gibi pasifist. Kitapta Freud’la ilgili bir bölümde, insanı savaşın dışına çıkaran bir sahne var: “İltihaplanan yarasından öylesine kötü bir koku yayılıyor ki, dünyaları önüne serse de köpeğini yanına gelmesi için ikna edemediğini dehşet içinde fark ediyor.”

Çok dramatik. Bu arada kız kardeşlerini yanına getirtmeyi başaramıyor değil mi?

Hayır, zaten Freud kız kardeşlerinden önce ölüyor. Adolfine, Theresienstadt Kampı’nda açlıktan ölüyor; diğer üç kardeşi ise 1942’de Auschwitz’de öldürülüyor.

Bir de Yahudi sanılma korkusu var kitapta…

Evet. Bu nasıl bir baskıdır ki, insanların dengelerini bozmuş, değer yargılarını yok etmiş. İsveçli şarkıcı-oyuncu Zarah Leander örneğin... Asıl adı Sara olmasına rağmen, bu ad Almanya’da sadece Yahudi kadınlara özgü olduğundan, adını her ihtimale karşı Zarah olarak değiştiriyor.

Kitap savaşı anlatırken sizi o dönemde dünyada ne olup bittiğinden de haberdar ediyor. Bir spor karşılaşması da var, Frank Sinatra’nın o sıralarda doldurduğu bir plak da…

Tabii tüm bu detayların dışında ciddi bir Yahudi avı var. Almanya’da Yahudileri dış görünüşünden anlamak pek mümkün değil ama örneğin Polonya’da şakaklarında bukleleri, gür sakalları ve yere kadar uzanan siyah giysileri olan dindar Yahudilerle karşılaşıyorlar. Kısa sürede de onları aşağılamanın en etkili yolun onların sakallarını kesmek olduğunu keşfediyorlar. Bir Yahudi’nin uzun sakalı yanan bir gazeteyle tutuşturulduğunda büyük bir şamata kopuyor. Bu sahnelere Yahudi olmayan Polonyalılar da alkış tutuyor.

Nazilere alkış tutanlar, sessiz kalanlar olmasaydı dünya böyle bir soykırımı hiç yaşamayacaktı. Bu insanlık suçu, tarihin hiç kapatılamayan sayfalarında yer almayacaktı.

Evet, ne yazık ki savaşların suçu sadece savaşanlarda değil, buna seyirci kalanlarda da… ‘1939 Yazı’ da bunun altını çiziyor.

Süzet M. SİDİ