/Sam Shepard’ın Vahşi Batı’sı

İkisinin de bilmediği şey, ötekinin ne kadar korktuğu, tamam mı? Her biri, korkanın yalnızca kendisi olduğunu sanıyor. Böylece sürüp gidiyorlar gecenin içinde. Bilmeden. Takip eden, ötekinin nereye sürüklediğini bilmiyor. Takip edileninse nereye gittiğinden haberi yok...

Erdoğan MİTRANİ
18 Mayıs 2011 Çarşamba

Modern Amerikan tiyatrosunun önemli isimlerinden, oyuncu, oyun yazarı, TV ve sinema yönetmeni Sam Shepard 1943’de doğmuş, 19 yaşında New York’un Off-Off-Broadway tiyatrolarında oyun yazmaya başlamış. Sinemayla da ilgilenmiş, Me and My Brother (1968) ve  Zabriskie Point (1970) filmlerinin yazımına katkıda bulunmuş. Sonraları, tüm zamanların en iyi yol filmlerinden Paris.Texas’ın senaryosunu yazmış (1984), 1985’de ise kendi oyunu Full for Love’ı RobertAltman için senaryolaştırmış ve başrolünü üstlenmiş.

Paris.Texas’dan 20 yıl sonra Don’t Come Knocking için yine yönetmen Wim Wenders ile çalışmış. Filmin yalnız senaryosunu yazmakla kalmamış, bir zamanlar Paris.Texas’da yaptığı hatayı tekrarlamayarak filmin baş rolünü de oynamış.

1978’de efsane yönetmen Terrence Malick’in Days of Heaven filmi ile başlamış olduğu oyunculuğu büyük bir başarı ile sürdürmüş ama, Sam Shepard öncelikle bir oyun yazarı.

1967 ilâ 2007 arasında, aralarında kendi sahneledikleri de olan on altı önemli oyun yazmış.

1980’de yazmış olduğu Vahşi Batı / True West, en ünlü oyunu. Her ne kadar Aç Sınıfın Lâneti / Curse of the StarvingClass (1978)ve Gömülü Çocuk / Buried Child (1978)’dan oluşan aile üçlemesinin son halkası olduğu söylense de, aslında Shepard’ın ‘aile trajedileri’ bir dörtlü. Kuartetin son bölümü ise A Lie of the Mind / Aklın Yalanı (1985).

2000 yılında Erkan Bektaş tarafından kurulmuş olan TİYATRO BAYKUŞ, tanıklık ettiği gerçekliği sahne üstünde yeniden var etmek niyetiyle yola koyulmuş. Gerçek ile, gördüğümüz gerçek arasındaki farkı bilerek, karanlıkta dahi görebilmeyi, gözlerini çevirip bakmak yerine başını çevirerek görmeyi, bunca gürültünün içinde duyulmayanı duyabilmeyi, bunlar üstüne düşünmeyi, tüm bunları sahne üstünde anlatacağı hikâye ile aktarabilmeyi hedefliyor.

Şu günlerde, gelecek mevsim de devam edeceklerini sandığım iki oyun sergiliyorlar. Biri –en az benim kriterlerime göre- daha geleneksel olan Vahşi Batı / True West,  diğeri ise Kumbaracı 50’deki Gece O Kadar Kirliydi ki İkisi de Kayboldu.

Okuyanlarım bilir, benim gönlüm alternatif tiyatrolarda; anlayacağınız aklım Gece O Kadar Kirliydi ki…’de ama, Vahşi Batı’nın da hakkını yemeyelim derim.

Annesi Alaska’da seyahatte iken onun evinin bekçiliğini yapan evli barklı, senaryo yazarı Austin  ile aniden çıkıp gelen, yıllardır görüşmediği serseri ağabeyi Lee arasındaki çekişmeye odaklanan Vahşi Batı’da, Lee’nin Austin ile anlaşmak için gelen prodüktörü kafalayarak kardeşinin işini elinden alması, iki kardeşi beraber çalışmaya zorlayacak ve giderek, belki de hep diğerinin yerinde olmayı hayal eden, başıboş göçebe ile aile babası rolleri tersyüz olacaktır. Tatilden dönen annenin kopukluğu ve ilgisizliği aralarındaki mücadeleye tuz biber ekecektir.

True West, deneysel ve fantastik öğeleri tiyatrosuna sokmaktan hiçbir zaman çekinmemiş olan Shepard’ın en geleneksel anlatılarından biri. Açık seçik, matrak ve gerçekçi. Ama  bir bakıma da bulanık, ürkütücü ve gerçeküstücü. Belki de Sam Shepard’ın dehası bir şey anlatırmış gibi görünüp başka bir şey söylemek. Ancak,  temel sorunsalı Amerikan Rüyası’nın kabusa dönüşmesi olan Shepard’ın, belki de bu gerçeği bilmeyen kalmamış olduğu için, artık seyirciye söyleyecek çok fazla sözü kaldığını düşünmüyorum.

Vahşi Batı, iyi sahnelendiğinde, müthiş bir oyunculuk gösterisi. Yönetmen Levent Suner,  İstanbul seyircisinin tanıdığı biri değil. Mezun olduğu,  doktorasını yaptığı ve yardımcı doçent olarak ders verdiği DTCF’de, aralarında 1992’de yönetmiş olduğu Vahşi Batı da olan birçok oyun sahnelemiş. İzmir, Bursa, Kocaeli ve Diyarbakır’da çalışmış; ödüller almış. Yanılıyor olabilirim ama, sanırım bu Vahşi Batı, İstanbul’daki ilk çalışması.

Derli toplu, eli yüzü düzgün bir iş çıkarmış ama bence önemlice bir iki hatası var.

Birincisi, toplamda 80 dakika bile sürmeyen oyunun birincisi kısa, ikincisi daha uzunca

iki perde olarak oynanması. Shepard  böyle yazmış olabilir ama aradan 30 yıldan fazla zaman geçmiş. Üstelik iki perde arasında oyunu ikiye bölmeyi gerektirecek kadar zaman aralığı da yok. Hele hele, oyun arasında salon içinde frigo ve çikolata satıcılarının gezindiği Profilo’daki tiyatroda, neredeyse yarım saati bulan bu uzun ara zaten olayların içine ancak girmeye başlayan izleyiciyi oyundan iyice koparıyor. İstanbul seyircisi 80-90 dakikalık oyunları hiç ara vermeden izlemeye alışıktır. Tavsiyem bundan böyle hiç ara vermeden oynamaları.

İkinci hata Hollywood prodüktörü Saul Kimmer’ın –hiç sevmediğim ve ne yazık ki son zamanlarda olur olmaz ve çok fazla kullanılmaya başlayan bir sözcük kullanmak zorundayım- son derece ‘klişe’ yorumlanmasında. Allahınızı severseniz,  milletin sıcaktan bunaldığı o yaz günlerinde ‘prodüktör’ler fularlı, ceketli mi gezer?  Bir de adam hafif ‘kırıtık’ ve ‘yumuşak’. Bununla

dolaylı olarak, Lee’nin onu üç kâğıda getirip girdikleri bahsi kazanmasında ‘farklı’ bir tavlama yöntemi uyguladığı ima ediliyor ki Shepard’ın böyle bir düşüncesi olduğunu sanmıyorum.

Neyse ki yönetmen elindeki oyuncu kadrosunu çok iyi kullanmış. 30 yıldan beri, Amerikan tiyatrosunda Austin ve Lee’yi oynamak, her zaman olay olmuş. Chicago’dan New York’a taşındıktan sonra 762 kez oynanan 1982  prodüksiyonunda başrolleri oynayan tanınmamış iki genç oyuncu, Gary Sinise ve John Malkovich nerdeyse bir günde ünlü olmuşlar. 2000’de Broadway’de yeniden sahnelendiğinde, Philip Seymour Hoffman ve John C. Reilly, hem Austin’i hem Lee’yi dönüşümlü olarak oynamışlar.

Burak Sergen ve Kerem Atabeyoğlu müthiş bir ikili oluşturuyorlar. Gerçekten çok iyiler. Yukarıda sözü geçen ünlü oyuncuları kesinlikle aratmayacaklarından eminim. Hele, kırklı yaşlarının başında bir karakteri oynayan Burak Sergen’in 50’sine geldiğine bin şahit ister. Levent Ulukut  yanlış yorumlanan bir karakterin kurbanı olmuş ve karikatürize bir oyunculuğa zorlanmış.

Benim kuşak için en güzel sürpriz  ise 74 yaşında bir eski dostu, yılların oyuncusu Tülin Oral’ı tekrar, o  beyaz saçlarına rağmen taptaze  görebilmek ve o güzelim diksiyonu ile konuşmasını tekrar duyabilmek.

Son söz: Mesajı ve tarzı biraz eskimiş olsa da oyunculukları için mutlaka görülmesi gereken bir oyun. Hepinize iyi seyirler.