Festivalde hızlı başlangıç

Festivalin ilk üç gününe, çocukların aileleriyle ilişkilerine, gençlik sorunlarına eğilen üç film damgasını vurdu. Açılış Galası’nda gösterilen, Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı”, bizleri Paris’te yaşamış veya yaşamayı seçmiş sanatçılara götüren bir zaman tüneli yolculuğuna sürükledi.

Viktor APALAÇİ
18 Mayıs 2011 Çarşamba

Festivalin son gününde gösterilecek olan Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sının üzerinde konuşulamayacak, tartışılamayacak bir film olması düş kırıklığı yarattı. Çocuk tacizi, pedofili ve ensestle mücadele eden polis birimini anlatan “Polisse” festivalin ilk sürprizi oldu. İskoç yönetmen Lynne Ramsey’in, psikopat oğluna yardım için kıvranan talihsiz bir annenin içler acıtan öyküsü “Kevin’i Konuşmalıyız” kaliteli bir film.

 ALTIN PALMİYE ONUR ÖDÜLÜ

Festival Organizasyon Komitesi, Cannes’deki yarışmalara katılıp hiç ödül kazanamamış ünlü ustalara her yıl bir Altın Palmiye Onur Ödülü vermeyi kararlaştırdı. Evvelce bu ödüle Clint Eastwood, İngmar Bergman gibi sanatçılar layık görülmüşlerdi. Festivale dört kez katılmasına rağmen Cannes’dan ödülsüz ayrılan ünlü İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, bu yıl Altın Palmiye Onur Ödülü’nü festivalin açılış galasında aldı.

Birkaç yıldır  hayatını tekerlekli sandalyede geçiren Bertolucci ödülünü, “Novecento” filmindeki başrol oyuncusu (bu yılın jüri başkanı) Robert de Niro’nun elinden aldı.

Bertolucci açılış günü yaptığı basın konferansında, 64. festivalde yenilenmiş “İl Conformista / Konformist” filmini ima ederek, “Eski filmlerime yenileme çalışmaları yapan restoratörlere sesleniyorum. Asıl yenilenmeye ihtiyacı olan benim” diyerek tekerlekli sandalyesini gösterdi. Sanatçı “Paris’te Son Tango”, “Prima la Revoluzione”, “1900 / Novecento” gibi başyapıtlarla sinema tarihindeki yerini aldı.

Robert de Niro jüride yer alan 8 arkadaşını bir basın konferansında tanıttı. Cannes’da Altın Palmiye kazanmış iki filmin (1976 – Martin Scorsese’nin “Taxi Driver / Taksi Şoförü” ve 1986’da Roland Joffe’nin “Mission”u) başrol oyuncusu olan De Niro’nun 2 Oscar ödülü var: “Raging Bull” ve “Baba 2”.

Jürinin dört kadın üyesi, aktris Uma Thurman, Norveçli yazar Lynn Ullmann, Arjantinli oyuncu Martina Gusman, Çinli yapımcı Nousun Shi.

Erkek jüri üyeleri: Hong Kong’lu yönetmen Johnnie To, İngiliz aktör Jude Law, Fransız yönetmen Olivier Assayas ve Çad’lı yönetmen – senaryo yazarı Hamamat Saleh Haroun.

KÜLTÜREL VE ARTİSTİK ZENGİNLİĞİYLE PARİS

Açılış Galası’nda gösterilen filmiyle Woody Allen bizleri Paris’te yaşamış ve yaşamayı seçmiş sanatçılara götüren bir zaman yolculuğuna götürü.

Londra ve Barselona’dan sonra Woody Allen Avrupa gezisini Paris ile sürdürüyor. Avrupa’nın en çok sevilen Amerikalı yönetmeni olan Woody Allen, Fransa’ya ve Paris’e duyduğu sempatiyi bu filminde dile getiriyor. “Paris’te Geceyarısı” nörotik kahramanları ile Woody Allen’in ana temalarını tekrarlıyor: tarihe ve sanata olan bağlılığımız, hayattan zevk alma becerimiz.

Bu romantik komedisinde W. Allen, ailesiyle Paris’e giden bir Amerikalının zamanla bu şehre aşık olmasını anlatıyor. Cannes Film Festivali Direktörü Thierry Fremax filmi “Paris için yazılmış görkemli bir aşk mektubu” olarak tarif ediyor.

Fransız başkentinde geçen yaz çevrilen filmin (çoğu zaman olduğu gibi uluslararası ünlülerden oluşan) kalabalık bir oyuncu kadrosu var: Owen Wilson, Rachel Adams, Marion Catillard, Kate Bates, Adrian Broody, Gad Elmaleh.

Sarkozy’nin eşi Carla Bruni oyuncu kadrosunda pastanın üzerindeki kiraz gibi duruyor. Eski manken – yeni first lady Bruni, “Büyükanne olacağım zaman Woody Allen’in bir filminde oynadığını torunlarına anlatabileceğim” dedi.

Hemen her yeni filmini (yarışma dışı olma koşuluyla) Cannes’a yollayan W. Allen ikinci kez açılış galasının konuğu oluyor. 2002 yılında sanatçının filmi “Hollywood Ending” festivalin açılışında gösterilmişti.

“Match Point”, “Vicky Cristina, Barselona”nın Cannes’daki gösteriminde, diğer W. Allen filmlerinde olduğu gibi uluslararası basının en fazla sayıda muhabirle temsil edildiği basın konferanslar oldu.

Paris aşığı Hollywood’lu senaryo yazarı Gil, nişanlısını yanına almadan geceleri çıktığı Paris yolculuğunda, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılda Paris’te yaşamış ressam, heykeltraş, edebiyat adamı sinema yönetmenlerinden oluşan renkli ve zengin bir karakterler resmi geçidine bizleri sürüklüyor.

Zelda ve Scott Fitzgerald’den Salvador Dali’ye, Ernest Hemingway’den Pablo Picasso’yla, Luis Bunuel’den Toulouse Lautrec,  Paris aşığı sanatçılara Woody Allen, eşsiz mizah gücü ve zeki diyalogları eşliğinde saygı duruşunda bulunuyor.

1996 tarihli “Everyone Says I Love You”da birkaç sahnesini çektiği Paris şehrine görkemli bir dönüş yapan sanatçı, “Paris’te Gece Yarısı”nın basit konusuna rağmen, iyimserliğiyle izleyicisini büyülüyor. Baştan sona hakim olan bu iyimser atmosfer filmde zaman yolculuğuna inandırıcılık katıyor.

Basın konferansında Woody Allen “New York’ta hayatını kurmamış olsaydım, tercihim Paris olurdu. Zira bu iki şehir dünyanın en güzel iki şehri” dedi.

CEYLAN SON GÜN YARIŞACAK

Nuri Bilge Ceylan’ın, konusu bile basından uzun bir süreyle gizlenen, merakla beklenen gizemli filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın festivalin son gününe konması bence büyük bir talihsizlik. Zira genelde programın son gününe iddiasız, hafif filmler konur.

Uluslararası eleştirmenlerin “Screen” ve “Film François” gibi günlük festival dergilerindeki yıldız tablosu ve eleştiri yazılarından Ceylan’ın filmi yararlanamayacak. Zira bu dergiler festivalin son 2 gününde yayınlanmıyor.

Üzerinde konuşulmayacak, tartışılamayacak “Bir Zamanlar Anadolu’da” için geriye tek bir şans kalıyor: O da ödül listesine girmek. Zira son günde gösterilip kaideyi bozan filmlere festival tarihinde rastlamak mümkün.

2008’de yarışmanın son günü sessizce gösterilen mütevazi bir Fransız filmi, “Sınıfta / Entre Les Murs” sürpriz yapıp Altın Palmiye’nin sahibi olmuştu.

İki yıl önce Michael Haneke’nin Altın Palmiye’li filmi “Beyaz Kurdele” festivalin sonunda gösterilen bir filmdi.

Temennimiz Nuri Bilge Ceylan’ın da teammülü bozup, üstünde hiç tartışılmayan filminin herkesi şaşırtıp, şok etkisi yaratıp ödül listesine girmesi.

Böylece, Cannes’dan ödüllü “Uzak”, “İklimler” ve “3 Maymun”dan sonra Nuri Bilge Ceylan bu festivalden hep eli dolu dönme alışkanlığını sürdürmüş olacak.

POLİSİN PEDOFİLİ İLE MÜCADELESİ

Evvelce yaptığı “Sanatçıların Balosu / Le Bal des Actrices” ile Fransız sinemasının umut veren genç yönetmenleri arasına katılan Maiwenn, yarışma filmi “Polisse”deki cesur çıkışıyla herkesi şaşırttı.

Fransızca, yumuşak Zen (Pean Lisse) ve polisi birleştiren bir kelime oyununun başlığına taşıyan “Polisse”, çocuk tacizi, pedofili ve ensestle ilgilenen, Fransız polisindeki bir bölümünün öyküsünü anlatıyor.

Belgesel tadındaki, bol kahramanlı, bol olaylı, nefis karakter tahlilleri içeren zengin senaryolu film, festivalin ilk günlerinin ilk önemli sürprizi oldu.

Tacize uğramalarına rağmen seslerini duyurmaktan korkan çocuklar, pedofil kocalarını koruyan eşler, filmde gerçekçi ve inandırıcı bir tonla işlenmiş. Bu birimdeki polislerin meslek aşkı uğruna, özel hayatlarında eşlerini, ailelerini ihmal etmemeleri, sık sık boşanmaları, zevkli örneklerle dile getirilmiş.

Çok geniş oyuncu kadrosunda, filmin yönetmeni Maiween’i, İçişleri Bakanlığı’nın bu birimin fotoğraflarını çekmesi için görevlendirdiği, fotoğraf sanatçısı rolünde izliyoruz.

KÖTÜ TOHUM

Festivalin ilk üç gününde gösterilen üç filmle günümüzde sinemanın gençlik sorunlarına birinci planda ilgilendiğine tanık olduk.  Avustralya sinemasından gelen skandal film “Uyuyan Güzel / Sleeping Beaty”de fahişelik yapan güzel bir üniversite öğrencisi izledik. “Belirli Bir Bakış” bölümünün açılışını yapan ünlü Amerikalı yönetmen Gus Van Sant, yeni yetmelerin sorunlarını işlemedeki kararlılığını “Restless” ile sürdürdüğünü gördük. Film ailesini bir trafik kazasında kaybetmenin travmasını yaşıyan bir gencin, kanserle boğuşan güzel bir kızla yaşadığı imkansız aşkını izledik.

Bu üç filmden en etkileyici ve kalitesi İngiliz sinemasından geliyordu. Lynne Ramsey’in 10 yıllık aradan sonra sinemaya dönüşünü müjdeleyen “Kevin’i Konuşmalıyız / We Need to Talk About Kevin’i, Lionel Shriver’in çok satan ünlü romanını beyaz perdeye taşıyor. İstem dışı doğurduğu bir erkek çocuğu yetiştirme savaşı veren talihsiz bir sinematografi eşliğinde perdeye taşınmış.

Sırf kendisini çok seven annesini üzmek için, okuldaki arkadaşlarına, kızkardeşine zarar vermekten hoşlanan psikopat bir yeni yetmenin tüyler ürpertici öyküsü, geriye dönüşlerle anlatılmış, müthiş kurgulanmış, gerilim atmosferi mükemmel bir film olmuş.

Filmin başarısında İskoçyalı iki kadının imzası var. Evvelce Cannes’da iki belgeseli ödüllendirilmiş yazar-yönetmen Lynne Ramsey ve oyuncu arkadaşı Tilda Swinton.

Festivalin başında En İyi Aktris ödülüne adaylığını koyan Tilda Swinton, sorunlu oğluyla irtibatını kesmemek için, ona yardımcı olmak için, profesyonel kariyerinden vazgeçen fedakar anne rolünde harikalar yaratıyor.