Bernard Lewis İkinci Dünya Savaşı öncesinden bu yana İslam Dünyası ve Ortadoğu konularında kitaplar yazıyor, çalışmalar yapıyor.
2001 yılında, 11 Eylül saldırılarından hemen önce baskıya verdiği ve büyük yankı uyandıran ‘What Went Wrong? – Yanlış Olan Neydi?’ başlıklı kitabında İslam Aleminin çöküşünü irdeliyordu. Şimdilerde, herkesin aklında bir soru var: Doğru giden ne? Aşağıdaki sütunlarda, bu sorunun yanıtını arayan Bari Weiss’ın* Lewis ile yaptığı söyleşi sonrası The Wall Street Journal’da yayınlanan yazısından kesitleri paylaşıyoruz…
“Gaddarlıkların mahkûm olmaya başladığını düşünüyorum” sözleri ile girişiyor Lewis düşüncelerini aktarmaya. “Burada gerçek sorun, gidenlerin yerine kimlerin geleceği…” Dünya kamuoyu 2011 başlarından beri Tunus, Mısır, İran, Libya, Bahreyn ve nihayet Suriye’de insanların sokak ve meydanlara çıkıp liderlerine ve rejimlerine karşı çıktıklarına, onları sorguladıklarına tanık oluyor. Bunlardan etkilenmemek mümkün değil. Böylesi bir başkaldırı Bernard Lewis’in de hoşuna gitmiş durumda. Ancak, bu ülkelerde batı tipi demokratik seçimlerin gerçekleşmesinde çok acele edilmemesi konusunda da politikacıları uyarıyor.
“Adını demokrasi olarak koymak istemiyorum, ancak Arap topraklarında daha liberal, daha açık bir siyasi ve toplumsal sistemin oluşması için verimli bir ortamın hazırlanıyor olduğunu düşünüyorum. Ancak burada acele etmemek ve bunun kendi geleneksel yapıları içinde filizlenmesine sabır göstermek gerekir diye düşünüyorum. Buralarda batı tipi demokrasiler neden oluşsun ve neden işlesin?”
“Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan devletler kendi şartlarını, onlardan çok daha değişik geleneklere sahip Almanya’ya empoze etmeye çalıştılar. Sonucunda, Hitler özgür seçim sistemini manipüle ederek iktidara geldi. Benzer şekilde 2006 yılında Gazze’de Hamas’ın aldığı sonuçları düşünmek gerek.” Lewis’e göre seçimler bir sürecin sonunu ifade etmeli, başlangıcını değil. Dolayısı ile çareyi parlamenter seçimlerde aramak, bu gibi durumlarda hayal kırıklıklarına neden olabilir.
“Bu İslamiyet’in genetik kodunun böylesi bir serbestiye aykırı olmasından kaynaklanmıyor. Tam tersine, İslamiyet baskıya ve sorumsuz yönetim şekillerine karşıdır. Kontrollü ve kısıtlanmış hükümet şekilleri, İslami gelenekte çokça görülür ve hem tarihi hem de hukuki açıdan desteklenir. Baksanıza, vatandaşlık kavramının beşiği Fransa bile şu anda beşinci cumhuriyetinde… Demek ki onlar da bazı şeyleri tam oturtabilmiş değiller. Dolayısı ile Arapları, kendilerine özgü bir sistem yaratmalarına teşvik etmek en doğrusu olacaktır.”
Prof. Lewis, İslam dünyasında konuları istişare ederek sonuçlandırmanın derin bir gelenek olduğunu ve bunun Hz. Muhammed’e dek gittiğini ifade ediyor. Bu özellikle Osmanlı döneminde önemli bir siyasi gelenek oluşturmuştu. Zaten Osmanlı’nın bir imparatorluk olarak bu denli değişik etnik kimliği kucaklaması ve bu kadar uzun soluklu bir iktidara sahip olması da bu istişarenin önemini kanıtlar.
Batılılar, genelde kontrollü ve kısıtlı yaşantıyı özgürlükler anlamında değerlendirir. “Oysa doğu kültürü, özgür olmayı, esir olmamak olarak tanımlar. Özgür olmanın sosyal ve hukuki içerikli bir anlamı vardır, siyasi bir içeriğe gönderme yapmaz. Dolayısı ile batılı anlamdaki özgür kavramının Arapçaya tercümesi adil kavramı olacaktır.” Bu aşamada, Arap meydanlarını dolduran gençlerin hep bir ağızdan attıkları ‘özgürlük’ çığlıklarını nasıl algılamamız gerekir?
“Arap aleminde görünen modernleşme devletin sosyal hayattaki ağırlığını çok arttırdı. Bu da aradaki istişari grupları yok etti ve lideri yönetim katında yalnız bıraktı. Haberleşmede, istihbaratta ve savunmada modernleşmenin geldiği nokta, oluşan otokratik lider tipine eski dönem sultanlardan daha geniş bir güç bahşetti.”
Bugünün Ortadoğu’su eski geleneğine geri dönüp modern sivil toplum örgütleri oluşturabilir, istişare mekanizmasını yeniden yaratabilir mi?
“Öncelikle Tunus’ta işler çok daha kolay olacağa benziyor, çünkü kadının sosyal alanda yeri çok kuvvetli. Arap dünyasında kadına eğitim zorunluluğu getirmiş olan ve onun her mesleği yapmasına olanak tanıyan tek ülke Tunus.” diyor Prof. Lewis, ve hemen ekliyor: “Bana göre İslam ülkelerinin batının arkasına düşmesinin en önemli nedeni kadını toplumsal yaşantıdan tamamen soyutlamalarıdır. Annenin hiçbir hakkı olmadığı, devamlı aşağılandığı bir aile yapısı içinde büyüyen çocukların serbest ve adil düşünceli olmaları mümkün mü? Bu despotizme hazırlıktır ve otoriter bir topluma gidişi hızlandırır.”
“Mısır’da işler daha karışık. Bakınız, Tahrir Meydanı’nda rejime kafa tutan gençler bugün asker – Müslüman Kardeşler koalisyonu tarafından kenara itilmişlerdir. Eylül ayında yapılması gereken seçimler, siyasi yelpazenin önemli bir kısmını hazırlıksız yakalamıştır. Bu durumda Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmeleri kuvvetle muhtemeldir ve bunların neyi hedeflediğini de bilmemek olası değil. Bu durumda batının hayale kapılmaması gerek.”
Ancak görünen o ki batılı yorumcular Mısır’daki durum hakkında hayale kapılmaya başlamışlar bile. Örneğin, Şeyh Yusuf Karadavi’yi Mısır’ın ılımlı yüzü olarak görüyorlar. Oysa konuşmalarının birinde Şeyh Karadavi, Hitler’in “Yahudileri yerlerine oturttuğundan” söz ediyor ve Holokost’un “onlar için ilahi bir ceza” olduğunu söylüyor.
İran’da ise işleri takip etmek çok daha zor. Humeyni’nin öğretisinden sapış olduğunu ifade eden ve bu anlamda rejime – tabiri yerinde ise – içeriden muhalefet edenler olduğu gibi, Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın bir kez daha bu mevkiye seçilmesini sağlayan seçimlerden bu yana giderek sesini arttıran rejim dışı muhalefet de söz konusu. “Ümidim odur ki” diyor Prof. Lewis, “yakında burada da daha fazla özgürlük için bir şeyler değişecek ve işbaşındaki rejim yerini daha liberal bir yapıya bırakacak. Zaten birçok İranlı vatansever bu rejime karşı duruyor. Böylesi bir yönetimin ülkelerinin şöhretine gölge düşürdüğünü düşünüyorlar ve bence haklılar…” İranlıların artarak yükselen sesleri ve rejime karşı geliştirdikleri bu yeni duruş Amerika’nın burada askeri opsiyonu kullanmaması gerektiğini haykırıyor. “Böylesi bir durum mollalara hak etmedikleri bir hediyeyi, İran milliyetçiliğini, verecek ve onlar da buna yaslanarak kendilerine bir çıkış yolu bulacaklardır…”
Dolayısı ile en doğru olan şu anda geçerli rejimi halktan farklı tutarak Yeşil Hareketin demokratikleşmesini beklemek ona zemin hazırlamak olacaktır. “Başkan Obama göreve başlarken İran yöneticilerine bir dostluk mesajı yayınladı. Ancak bu mesajın muhatabının İran halkı olması daha doğru olurdu kanısındayım” diyor Prof. Lewis.
“Umalım ki Yeşil Hareket başarılı olur, çünkü nükleer güce sahip olacak İran’ı çerçeve içine almak hiç de kolay olmayacaktır. Soğuk savaş sırasında hem Amerikalıların hem de Rusların nükleer silahları vardı ve her iki taraf da bunu açıkça biliyorlardı. Açıkça bildikleri bir şey daha vardı: Nükleer silahı kullanan kim olursa olsun, karşısındakinin benzer kullanımına hedef olacaktı. Dolayısı ile bu uzun seneler boyunca sarsılmaz bir denge yaratmış ve bloklar arasındaki en derin kriz zamanlarında bile, dünya, bunun bilincinde rahat uyumuştu… Ancak mollalar dini fanatiktirler ve apokaliptik düşünceleri var. Hıristiyanlıkta, Yahudilikte olduğu gibi İslam’da da zamanın bitmesi senaryosu popülerdir. Dolayısı ile kesinlemiş yıkım caydırıcı olmaktan öte sonuç şeklinde karşımıza çıkar…”
Türkiye, Bernard Lewis’in eksper olduğu, iyi tanıdığı bir ülke. Kendisi, 1950’li yıllarda Osmanlı arşivlerine girme izni verilen ilk batılı akademisyen. Türkiye’nin siyasi, kültürel ve sosyal gelişimini yakından takip eden tarihçinin, buradaki değişimler konusunda bazı kaygıları var: “Türkiye gitgide İslamlaşmaya yatkın bir görüntü arz ediyor ve sanki siyasi iktidar bunu destekliyor. Bu fikir, etap etap Türk toplumunun bütün kademelerini ele geçiriyor; ekonomiyi, iş dünyasını, akademik çevreleri, medyayı… Şimdi de cumhuriyetin en önemli kurumlarından biri olan yargıyı…”
Bernard Lewis bir yandan Ortadoğu’daki gençlerin ülkelerindeki baskı rejimlerine olan direnişlerini ve başkaldırışlarını izlerken öte yanda siyasi İslam’ın yayılışını da takip ediyor.
Lewis, devamla “Bu çok zorlu bir iş çünkü bu yayılışın siyasi bir merkezi de yok, etnik bir kimliği de. Hem Arap olabiliyor, hem İranlı hem de Türk veya bambaşka bir şey. Yalnız dini esasta tanımlanmış. Ve her ulustan ikna edilmiş kişi ve toplumlar tarafından desteklenebilir bir durumdan söz ediyoruz.” diyor.
(*) Bn. Bari Weiss “The Wall Street Journal” yardımcı editörlerindendir.