Babalar Günü anısına...
Viktor Albukrek’in 1931-1961 Büyükadası’ndan bir demet
1891 Ankara doğumlu babam Dr. Marko Ovadya Albukrek, 1928 yılında tıp tahsilini Paris’te tamamlayıp İstanbul’a yerleştikten sonra evlenerek beş çocuk sahibi oldu. Genellikle Ettiba Odası’ndaki (Hekimler Derneği) meslektaşlarını arkadaş olarak seçmiş olup onlarla görüşmekten hoşlanırdı. Bunların arasında Mim Kemal Öke (cilt), Mazhar Osman (asabiye), Taptas (kulak), Tahinci (göz), Abravaya (dahiliye), Barbut (operatör), Hulusi Behçet (cilt), Menelaos (doğum), Boniççi (ayak), Sami Günzberk (dişçi), Süheyl Ünver (bevliye), Akil Muhtar, Lütfü Kırdar, Fahrettin Kerim Gökay gibi doktorlardan başka, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Kınalıadalı Abraham Galante adındaki yazar, kendisinin yakın dostları olmuştu. Çok defa bir dernekte birlikte çalıştığı Doktor Tahinci’ye babamın bir mesajını ulaştırmak için Anadolu Kulübü’ne yakın olan evimizden, Türkoğlu yokuşunun tepesine kadar olan yolu bir nefeste koşar dönerdim.
Babalar kutsaldı. Hele beş çocuklu olan babamız! Büyükada’da oturduğumuz mevsimlerde, akşamüstü, şehirden döndüklerinde onları ada iskelesinde karşılamak, önemli bir görev, ciddi bir resmi geçit töreniydi. Polis abilerimiz, vapur çıkışından saat kulesine kadar olan sahada toplanan, işten gelecek büyüklerini dört gözle bekleyen kalabalığı, bir tören kıtası gibi sağlı sollu olarak hizaya sokar, ortada açılan geniş şeritte ise muzaffer gladyatör endamıyla yürüyen saygıdeğer beybabalarımız, birer kahraman gibi çiçek ve öpücüklerle karşılanırdı.
Tıp doktoru olmakla beraber resim çizen ve düşündüklerini kâğıda dökmeyi çok seven babamız, yazılarını, sabahın sakin ortamında, Hristos (İsa) Tepesi’nde bulunan Ligor’un kır bahçesinde hazırlamaktan çok hoşlanırdı. Fişli telefon santralının düzenli çalışmadığı o devirde, babamı arayan bir hastası olduğu taktirde, evimizden koşa koşa tepeye varıp babamı çağırmak benim işimdi. Bazen, “Unuttum,” dediğim bir alışveriş için tekrar çarşıya gitmemek için direndiğimde, babam: “Gitmelisin, çünkü unutmak kelimesinin lügatimdeki karşılığı hatırlamak istememektir,” diye yorumlar ve: “Tez koş git; hem spor egzersizi olur, hem de bir dahaki sefer unutmazsın!” diyerek beni tekrar tekrar koştururdu. Bizleri her zaman hareketli görmek isterdi. Bu yaşıma kadar ve halen bir çocuk gibi hareketli olmam, o günlerdeki alışkanlıklarımın neticesidir.
Babamız şans kelimesini hiç sevmezdi. “Şans, muvaffak olan kişiyi kıskananın ifadesi veya muvaffak olamayan kişinin özür dilemesidir,” derdi. “Şansa inanmayın, şansın sizden yana olacağına, hiçbir zaman güvenmeyin; şans, önünüzde akan derenin sürüklediği mantar parçasını alabilene güler; bu yüzen parçaya erişmek, onu yakalayabilmek için hazırlıklı olmanız gerekir; bu hazırlık, çok okumakla, çok çalışmakla olur,” demesinden olsa gerek ki, ailemizde talih oyunları oynanmazdı.
Dolayısıyla yaz tatili başlar başlamaz özel derslere önem verilirdi. Tatilde olsak da, babamız, severek yapacağımız herhangi bir şeyi öğrenmenin gerekli olduğunu, “armut piş ağzıma düş” gibi hareketsiz kalmamamız için hayvanlar aleminden İbranice bir darbımeseli sıklıkla tekrarlardı: “Lo raiti hatul yaşan, şelihnaz ahbar la pe” (Uyuyan kedinin ağzına, farenin girdiği görülmemiştir) ve bana da son sözü: “kemana çalış, bir gün lâzım olur” idi. Büyüklerimin: “Bırakma kemanı, bir gün lâzım olur!” dediklerinde, neyi kastettiklerini sorduğumda cevap aynıydı: “Bir gün lazım olur!”
Geceleyin yatağıma girdiğimde düş kurardım: “Bu kemanın ne faydası olacak ki bana?... Çiçek Pazarı’nda seyyar çalgıcılar gibi masa masa dolaşıp avuç açacağım zaman mı?... Yoksa kullandığım adi kemanın, birden bire değerli bir Stradivarius kemanı olduğunu keşfederek çok zengin olacağım gün mü?”
Bu son düşüm halen gerçekleşmedi. Fakat o günden bugüne kadar geçen yıllar zarfında, keman çaldığım değişik orkestralarda alkışlanırken ve son olarak 14 Mayıs 2011 günü, Beşiktaş Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde seslendirilen Endülüs’ten Anadolu’ya Senfoni Orkestrası’nda keman çalarken, anne ve babamın “Bir gün lâzım olur,” sözlerini hasret ve içtenlikle duyar gibi oldum. Her konser bitiminde dinleyicilerden gelen alkışlardan payıma düşeni, daima annem ve babama gönderirim.
Çocukken satın aldığım ekmeğin kabuğunu, anneciğimin ikazlarına rağmen, çok kere yolda yerdim. Fare tarafından kemirilmişçesine bir ekmeği mutfağa getirdiğim günlerden bir gün, daha sert bir şekilde azarlaması için? annem beni babama şikâyet etti. Babacığım beni azarlayacağına, yanına çağırıp okşadı ve ecza dolabından çıkardığı K-Enterik (Potasyum) ilaç şişesini önüme koyarak, günde birer hap yutmamı önerdi. Meğer kemiklerinde eksik olan kireci, duvardaki sıvayı kemirerek arayan çocuklar olduğu gibi ben de vücudumdaki eksik potasyumu, kızarmış ekmek kabuğunda keşfetmiştim!...
Sonbaharın serin günlerine rastlayan Yahudilerin dini yılbaşı bayramı Roşaşana için büyüklerimiz, saygının ve sevginin ifadesi olarak akrabalarımıza yapmamız gereken ziyaretin, zamanında yapılmasında ısrarlıydılar. Çeşitli bahanelerle bayram ziyaretini geciktirip: “Şehre indikten sonra kışlık evlerinde yaparız,” dediğimizde, babamız bayramdan sonra sunulacak tebrikleri ayıplar ve askerliğini yaptığı Halep şehrinin cemaatinden anımsadığı Arapça bir atasözünü hep tekrarlardı: “Me bi hubbek, me bi yiridek, biji bizirek, baad neher eleiyde.” (Seversen, sayarsan, bayram ziyaretine bayramdan sonra gidilmez).
Bugünkü yaşımla düşündüğümde, anne ve baba tavsiyelerinin değerini çok daha iyi anlayabiliyor ve takdir edebiliyorum. Babamın: “Kahramanlık taslama, giyin, üşüyeceksin!” veya “Çok kişiyle arkadaş ol, tek bir arkadaşın olmasın, çünkü o tek arkadaş gibi düşünmeye kapılır, ufkun daralır, kişiliğin zarar görür,” gibi nasihatlerde bulunduğunda, gözlerinin içine bakmamızı arzu ederdi. Sıkılma emarelerimizi fark ettiğinde ise sözlerini derhal eğlenceli bir mevzuya kaydırır ve: “Nasihat dinlemek istemeyen çocuk ne yapar?” diye sorduktan sonra cevabını da hemen kendisi verirdi: “Baba der, sen benimle konuşmaya başladığın andan itibaren yandaki ağaç kovuğuna yetmiş sekiz karınca girdi ve yirmi iki tane çıktı!”
Delikanlılığımda başlayan ticaret hayatımın ilk yıllarında, henüz tanımadığım değişik dertler, yeni problemler durmadan birbirlerini kovalamaya başlamıştı ve bu bana ağır geliyordu. Hele de ümit ettiğim neticeyi alamadığımda... Babam, yüzümdeki yumuşak çocuksu hatlarımın sert çizgilere dönüşmesinden, dertli zamanlarımı derhal fark ederdi. Değişik misallerle, ticaretin bir spor olduğunu, kazanmak gibi kaybetmenin de kaçınılmazlığını ve hatta benim kaybettiklerimle başkasını mesut ettiğimi, edebi ve felsefi güzel cümlelerle süsleyerek anlatır, endişelerimi yatıştırırdı. Sonunda da, “Şimdi git aynaya bak, alnındaki çizgiler ütülendi,” diyerek moral verirdi.
Yine de babama: “Filanca işi bin bir zorluklarla henüz hallettikten sonra,yenisi çıkıveriyor,” diye yakındığım günlerin birinde, onun birinci cihan harbi sırasında Suriye’de askerlik vazifesini yaparken gözlemlediği ve bugüne kadar da hiçbir zaman aklımdan çıkarmadığım bir benzetmesi içimi ferahlatmıştı. “Dertler,” diyordu babam, “Demiryolu boyunca hat kenarında dikili telgraf direkleri gibidir; uzakta küçücük gibi görünen bir direk, tren yol aldıkça ona yaklaştığımızda büyüdüğünü fark ettiğimiz gibi çok önemsediğimiz bir olayı çözdükten sonra da, evvelce taa uzaklarda kalan küçücük ve basit addettiğimiz bir problem, önümüze koskocaman olarak çıkar; yaşam devam ettiği müddetçe, bu da böyle devam edecek çünkü yaşamın verdiği zevkleri, yaşamak için yarattığımız problemleri çözdüğümüzde tadarız.”
Bugüne kadar isteyerek veya istemeyerek değişik dertler üstlendim ve tüm olayları bu şekilde algılayıp huzur buldum.
Ve şimdi, çocukken babamın vermek istediği tüm nasihatleri can kulağıyla dinleyeceğime, karıncaları saymakla kaçırmış olduğum güzel sözlerine üzülüyorum.
Tüm babalara ve büyükbabalara evlatlarıyla uzun ve mesut günler diler, hatıralarını saygıyla yad ederim.
Saygılarımla.
Viktor Albukrek