1939 Yazı, 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki birkaç ayın gün be gün kesitini sunuyor, dönemin bilim, sanat ve politika dünyasının önemli şahsiyetlerinin savaşı getiren dönemde yaşananlara verdikleri tepkileri, aldıkları önlemleri, kısacası hayatlarının ne yönde etkilendiğini de anlatıyor.
İnsan yaşarken o an doğal olarak sadece kendi gerçekliğini yaşıyor. Fakat daha büyük bir çerçeveye bakıldığında, aynı anda aslında milyon hatta milyarlarca gerçekliğin, yaşamın süregeldiğini görüyoruz. Bazı filmler vardır örneğin, birbiriyle ilgisiz gibi görünen insanlardan sırayla görüntülerle başlar ve film ilerledikçe bu hayatların ilginç bir şekilde kesiştiği görülür. Bu filmler her zaman ilgimi çekmiştir, sanki bir ‘an’ın kesitini almışız ve o kesitteki hayatları gözlemliyoruzdur. O anlar ilerledikçe insanların etkileşimleri ortaya çıkar, farklı gerçeklikler buluşur ve çeşitli olaylar meydana gelir. İşte Werner Biermann’ın ‘1939 Yazı’ kitabı bana bu tarz filmleri anımsattı.
1939 Yazı, 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki birkaç ayın gün be gün kesitini sunuyor. Kitapta her kesimden insanla karşılaşıyoruz: sade bir çiftçi, bilim adamları, SS subayları, yurtdışına erken kaçmayı başarabilmiş bir yazar, dönemin politikacıları, sanatçılar ve daha birçok karakter sırayla sahnede yerlerini alıyorlar. Kitap, herhangi bir bahar günü sayılabilecek 10 Mart 1939 tarihi ile başlıyor ve o günlerdeki Avrupa’nın sosyal ve politik fotoğrafını çekiyor. Yer yer tasvir yapıyor, yer yer günlüklerden alıntılar yapıyor ve insanların iç dünyalarına giriyor. Örneğin Hitler rejiminin propaganda bakanı olan Joseph Goebbels’in günlüklerinden, o günlerde Çekoslovakya’da yaşananlarla ilgili farklı detaylar öğreniyoruz, Hitler’in yaptığı pazarlıklarda ve söylediği sözlerde yatan asıl gerçeği görüyoruz. Ya da ezeli düşman olan ve iki ayrı politik uçta olan Almanlarla Rusların yaptıkları anlaşmanın insanlar tarafından nasıl yorumlandığını öğreniyoruz. Aslında bu kitap genel anlamda, savaşın ‘satır aralarını’ anlatıyor diyebiliriz.
Kitabın ilginç taraflarından biri de şu; dönemin bilim, sanat ve politika dünyasının önemli şahsiyetlerinin savaşı getiren dönemde yaşananlara verdikleri tepkileri, aldıkları önlemleri, kısacası hayatlarının ne yönde etkilendiğini de anlatıyor. Örneğin, psikanalizin kurucusu Freud’un, 83 yaşında yaşlı bir Yahudi olarak Almanya’da barınamayacağını anlamasıyla ve savaşın geleceğini görmesiyle birlikte ‘özgürlük içinde ölmek için’ Londra’ya gittiğini ve savaşın tam başladığı gün olan 23 Eylül’de hayata gözlerini yumduğunu hangimiz biliyoruz? Ya da Fransa’nın ünlü yazar/filozofları Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre’ın varoluşçu yazar kimlikleriyle verdikleri eserler dışında, ilişkilerini savaşın gölgesinde yaşadıklarını; Sartre’ın askere alınışı ve Beauvoir’ın onu ziyarete gidişini, Beauvoir’ın ‘tümüyle kendine odaklandığı için dünyada yaşadığını ancak savaşla birlikte kavradığı’nı itiraf ettiğini? Bu önemli kişilerin aslında sanat, kültür ve politik hayatımıza katkıları bir yana, onların da aslında ‘insan’ olduklarını bir kez daha fark ediyoruz. Ve tabii ki bunlar bir yana, SS subayları ve Hitler rejiminin önde gelen politikacılarının da acımasız planlarının ve çalışmalarının detaylarını öğreniyoruz. Sakat insanların, Ari ırkını bozacakları gerekçesiyle ölüme götürülmeleri, Nazilerin bunu rasyonalize edip aldatmaca bilgilerle planlarını hayata geçirmeleri gerçekten dehşet verici…
Kitapta önemli bir de detay yer alıyor. Diğer Avrupalı ülkelerin tüm arabulma çabalarına, pazarlıklara ve görüşmeler rağmen, Hitler yönetiminin aslında yayılmacı ve yıkıcı niyetinin hiçbir zaman değişmediği ve savaşı başlayıp niyetini hayata geçirebilmek için ihtiyacı olan tetiklemeyi bile düzmece bir saldırı ile kendisinin başlattığı anlatılıyor. Polonya üniforması giymiş ‘bir bölük gücündeki’ Alman askerinin, yine Alman askerlerine saldırmasıyla birlikte olaya bir saldırı süs verilerek, Almanların savunmaya geçtiği ileri sürülerek savaş başlatılıyor. Tabii ki her savaşın başlaması için belli bir geçmiş ve olaylar zinciri vardır ama buna rağmen savaşın başlatılması için hedefe yönelik bir kandırmaca yolunun seçilmesi Nazi rejiminin gözü dönmüşlüğünün de bir göstergesi sayılabilir.
Kitap, Polonya asıllı ünlü Fransız yönetmen Roman Polanski’nin ‘Piyanist’ filminde Adrian Brody’nin canlandırdığı piyanist Wladislaw Szpilman’dan da bahsediyor. Szpilman radyonun yayın odasında Chopin çalarken saat 15.15’de bir Alman bombası radyo istasyonunun elektrik panosuna isabet ediyor ve böylece savaş Polonyalıların tam merkezinde yaşanmaya başlıyor.
Savaşın satır aralarında gezinmek ilginç elbette; fakat yazarın kullandığı üslubun bir zorluğu olarak şu söylenebilir; okur, sürekli farklı karakterlere ve farklı şehirlere atlayarak bir yandan sürekli bir heyecan ve merak içinde gidip gelirken, öte yandan da kitabın bütünlüğünü hafızasında korumakta biraz zorlanabiliyor, kitaptan kopma hissi yaşayabiliyor. Eğer kitabın okunmasında araya uzun zaman aralıkları girerse o zaman iş daha da zorlaşıyor. Bundan dolayı kitabı konsantre olup hızlı bir şekilde bitirmenizi tavsiye ederim. Ben kitabın başlarında o hataya düşmüş olsam da, ortalarından sonra hızla ilerleyerek o sorunu aştım. Bu şekilde okunduğunda hem kitap daha kolay akıyor hem de insan okuduklarından daha fazla etkileniyor. Belgesel tadında tarihi kitapları sevenlerin ve özellikle o dönemle ilgilenenlerin 1939 Yazı kitabını ilgiyle okuyacağını düşünüyorum.
Galya Kohen Afya