Sıfır sorun ve Arap âlemine Türkiye formülü

Arap Baharı olarak adlandırılan süreç Türkiye’nin Ortadoğu politikaları açısından bir sınav içeriyor. Türkiye’nin burada oynamaya aday olduğu rol Avrupa tarafından tartışılıyor ve anlaşılmaya çalışılıyor

Marsel RUSSO Perspektif
29 Haziran 2011 Çarşamba

 Arap sokaklarında algılanan kuvvetli Türkiye imajı, bu ülkelerde yönetim boşluğu başladığında – eş deyişle sokakların kendi yönetimlerine isyanları başladığında – sönmeye başlıyor.

Ortadoğu’daki ayaklanmalar Türkiye’nin hem bölgede hem de kendi evinde oynadığı rol hakkında önemli soruların sorulmasını gündeme getirdi. Bazı çevreler Türkiye’ye bölgede önemli roller atfetseler de, bunu destekleyecek çok fazla eleman bulmak olası değil. Hatta denilebilir ki Arap Baharı Türkiye’nin dış siyasetini önemli sıkıntılara sokmuş durumda.

Öncelikle çıkarlar doğrultusunda oluşturulmuş ve komşu ülkelerle dostane ilişkiler kurulması böylece bölgede istikrarın sağlanması (ya da statükonun korunması) için geliştirilmiş ‘komşularla sıfır sorun’ doktrini ile ilgili bazı yüzleşmeler yapılmalı. Tıpkı batının Mısır, Libya, son olarak Suriye örneğinde olduğu gibi düştüğü ikilemin benzerine Ankara da düştü. Bu anlamda bazı noktaların yeniden değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin geliştirdiği dış politikanın Arap sokaklarında dile getirilen vatandaşlık hakkına saygı gösteren bir çizgide olması gerekli olacaktır.

‘Sıfır sorun’ devam edecek mi?

Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri bu konudaki tercihlerini açıkça dile getirdiler. Bu ülkelerin siyasetçileri halkların haklarını ve özgürlüklerini desteklemenin kendi var oluş nedenleri (raison d’etre) ile bütünlük sağladığının farkına vardılar ve tercihlerini ya da çıkarlarını bu yönde revize ettiler. Şu anda Arap âlemindeki çalkantıların nasıl sonuçlanacağını kestirmek olası değil. Bu aşamada Türkiye de bölgedeki beklentilerini göz önünde bulundurarak benzer bir yaklaşım içinde olacaktır. Ortadoğu’daki değişimler ‘sıfır sorun’ gibi romantik bir dış siyaset zihniyetinin terk edilmesine olanak sağlayacak, yerine somut değerler üzerine inşa edilmiş bir politikaya zemin hazırlayacaktır.

Avrupalılar Türkiye’nin gerçekten neyin peşinde olduğunu tam anlayamıyorlar ve ilişkilerde sadakat ile şüphe arasında gidip geliyorlar. Türkiye’ye AB yolculuğunda destek verenler bu kırılgan dengeyi pozitif yönde tutmaya çalışıyorlar. Başbakan Erdoğan bu anlamda, Tunus ve Mısır’da başlayan halk hareketlerine verdiği destek ve Bin Ali ile Mübarek’i halkın sesini dikkate almaları konusunda uyarması ile Avrupa başkentlerinin - olumlu yönden - dikkatini çekmişti. Ancak Libya konusunda Türkiye’nin o kadar istekli davranmadığı görüldü. Hem Batı ile hem de Kaddafi’ye karşı eylem başlatan çevrelerle terse düşme pahasına sessizliğini – hatta Kaddafi’nin ortamı iç savaşa doğru sürükleyen davranışlarına karşı NATO müdahalesine tepkisini – nasıl yorumlamak gerekir? Buna son dönemde ABD ve İsrail ile yaşanan krizleri, Sudan Devlet Başkanı El Beşir’in Ankara’da ağırlanışını, İran’a uygulanacak ambargoya Güvenlik Konseyi’nde “hayır” oyu kullanmasını eklersek, durum daha da bulanıklaşıyor. Yine de Avrupa’nın Türkiye’de aradığı “Ortadoğu problemlerine aşina müttefik kimliği” değişmez bir istek olarak duruyor.

Çelişen çıkarlar

Türkiye’nin değişik komşuları ile vazgeçemeyeceği ve zaman zaman çelişen çıkarları var. Seçimlerin yapılması ve önceliklerin saptanması gerekiyor. Arap Baharı olarak adlandırılan süreç Türkiye’nin Ortadoğu politikaları açısından bir sınav içeriyor. Türkiye’nin burada oynamaya aday olduğu rol Avrupa tarafından tartışılıyor ve anlaşılmaya çalışılıyor. Arap sokaklarında algılanan kuvvetli Türkiye imajı, bu ülkelerde yönetim boşluğu başladığında – eş deyişle sokakların kendi yönetimlerine isyanları başladığında – sönmeye başlıyor. Bunun nedeni, Ankara’nın oluşturduğu politikaların salt popülist çıkarlar üzerine oturtulması ve belki de bu konudaki ilkesel derinliğin olgunlaşmaması.

Suriye bunun en güzel örneği… Ankara’nın burada yaşanan trajediye karşı takınacağı tutum Türkiye’nin bölgede dengeleyici bir güç oluşturabilmesini test edecek. Türkiye’nin Suriye hükümeti nezdinde yaptığı demokratik reform çağrıları belki de bir süre sonra daha kapsamlı girişimlerle desteklenmek zorunda kalacaktır. İronik olarak Türkiye ile Suriye arasındaki sorunlu ilişkiler (Abdullah Öcalan’ın uzun süre Suriye’de rahatça yaşaması, su sorunu vs…) son on yılda ve özellikle son senelerde çok iyi bir çizgiye oturdu ve bu başarı ‘komşularla sıfır sorun’ doktrinine bağlandı. İki ülke arasında vizenin kaldırılması ve ticari ilişkilerin desteklenmesinden hemen önce sınırlarda askeri tedbirlerin alındığı unutulmamalı. Yaşanan bu olumsuzluklar Suriye rejimi ile yapılan uzun ve özen isteyen bir dizi müzakere sonucu tam bir yörüngeye oturmuşken neredeyse tekrar başa dönüldü. Türkiye’nin Suriye’deki insan hakları ihlallerine sırt çevirmesi, uluslararası kredibilitesini tehlikeye sokacak bir durum olacak. Bu özel örnekte ifade bulacağı gibi, Türkiye’nin oynayacağı olumlu role hem bölgenin hem de Avrupa ile Amerika’nın gereksinimi var.

Türkiye Arap dünyasına model olabilir mi?

Ancak batı ve özellikle ABD tarafından, 11 Eylül saldırıları sonrasında ve şimdilerde Arap Baharı süresince, Türkiye’ye yakıştırılan bir ‘Müslüman Demokrasi’ kimliği var ki, Kadri Gürsel konuyu Turkish Policy Quarterly Dergisi’nde mercek altına alıyor. “Burada yine Türkiye’nin istisnai laik demokrasi deneyimi popülist bir amaca kurban ediliyor ve Ortadoğu halklarının bundan ders alması, veya bu modeli örnek alması isteniyor…” diyor ve devam ediyor: “Türkiye’yi Arap ülkelerine model olarak göstermek zamanımızda geçerli bir moda haline geldi. Ancak dikkate alınması gereken bazı noktalar var: Müslümanlık bir dindir ve tıpkı diğer dinler gibi dogmalardan ayrı yaşantısını sürdüremez ve dolayısı ile demokrasi ile bağdaşması olası değildir. Ondan öte bir dini referans noktası olarak alan bir rejimin demokrasi olarak adlandırılması yanlıştır. Demokrasiler tanımsal olarak laiklik ve hukuk üzerine oturtulmuşlardır ve bundan daha değişik normlara dayandırılamazlar.”

Bu anlamda Gürsel batının Arap âlemine neden Türkiye’yi referans gösterdiğini, neden çok daha gelişmiş Avrupa demokrasilerinden söz etmediğini sorguluyor. Eğer halk yığınlarına verilecek demokratik değerler ise, örneğin ‘parlamenter rejimin babası’ İngiliz demokrasisi ya da ‘vatandaşlık haklarının babası’ Fransız demokrasisi ya da ‘kuvvetler ayrılığı ilkesinin babası’ ABD öne sürülebilirdi. Yoksa bu ülkelerin Hıristiyan kimlikleri mi Arap âlemi için sorun olurdu?

Bu bağlamda, The Economist Dergisi’nin ‘Bir Müslüman Demokrasisi İşbaşında’[1] şeklindeki başlığı Kadri Gürsel’i bir sonuca ulaştırıyor. “Bir an için Türkiye’deki tüm özgürlük problemlerinin çözülmüş olduğunu, ülkenin tam anlamı ile sosyal demokrat bir parti tarafından yönetildiğini – ki böyle bir siyasi parti yok – düşünelim. O zaman The Economist’in editörü Türkiye’den bir Müslüman demokrasi olarak söz edebilecek miydi?

Üçüncü dönemdir AKP’nin seçimleri açık ara kazanması ve çizdiği dindar – muhafazakâr tablo, ülke dışından bakıldığında böyle bir algı yaratıyor. İşlerin karıştığı, batının olan biteni pek anlayamadığı bir coğrafyada, hayat görüşünü İslam’ı referans alarak oluşturmuş bir partinin başını çektiği bir Türkiye’nin önemi popülist bağlamda, bu çerçevede değerlendiriliyor.

Avrupalı ve Amerikalı siyasetçiler Arap dostlarına Türkiye’yi örnek almaları gerektiğinden dem vuruyorlar. Oysa hiçbir demokratik geleneği olmayan bu ulusların bunu başarması olası değil. Gürsel’in yazısında ifade ettiği gibi, “unutulmamalıdır ki AKP bugünkü başarısını laik demokrasinin temelinden beslenerek inşa etmiştir.” Dolayısı ile “Türkiye Ortadoğululaştırılarak Arap sokaklarına model olarak pazarlanamaz. Ancak laik temellerini koruyacak demokratik kimliği ile bölgeye ilham kaynağı olabilir.”

 

[1] The Economist – 17 Şubat 2011 sayısı