Kadir Has Üniversitesi rektör yardımcısı ve Sabah Gazetesi köşe yazarı Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, İstanbul’un Yahudi tarihinde büyük yeri olan Balat semtinin günümüzdeki ‘boynu büküklüğünü’ ve izlenimlerini ŞALOM için kaleme aldı
Ben Sabancı Üniversitesi’nin kuruluşunda bulunmuş birisiyim. Uzun yıllar o üniversitenin Tuzla, Orhanlı Köyü’nde bulunan kampusunda çalıştım. Kampusu ve üniversiteyi çok sevdim. Kendimi onunla özdeşleşmiş hissettim. Akşam geç saatlerde odamdan ve binadan çıkınca etrafın sessizliğini, üstümdeki laciverdi geceyi fark edince içimin erinçle dolduğunu hissederdim.
Aradan geçen zaman benim SÜ’yle ilişkimi pekiştirmekle birlikte başımızdaki trafik belasının git gide yoğun, katmerli bir hal kazanmasına da yol açtı. Artık okula gidip gelmek için arabaların içinde saatler geçiriyordum. Bir paradoksa düşmüştüm. Zaman hızla eriyip tükendikçe, bütün kısıtlı şeylerde olduğu üzere, benim de zamana ihtiyacım o ölçüde artıyordu. Kentte kalmak istiyordum. Kendime daha fazla zaman ayırmak istiyordum. Daha çok çalışmak istiyordum. Bir şehir üniversitesine geçecektim.
Tam o sırada Kadir Has Üniversitesi’nden gelen öneriyi kabul ettim. Çok üzülerek de olsa SÜ’den ayrıldım.
Yeni üniversite İstanbul’un, sevmediğim bir deyimle, ‘tarihi yarımada’ denilen bölgesindeydi. Okul binası Cibali’deydi. Eski tütün fabrikası olan yapı… Cibali’yse o bölgede yer alan semtler içinde bana en büyülüsü görünen Balat ve Fener’le iç içeydi. Karşımda Altın Boynuz diye bilinen Haliç duruyordu. Başımı kaldırdığımda Galata Kulesi’yle göz göze geliyorduk. İlk altı ay içinde yaşadığım New York loftlarını andıran odamı değiştirip, pencereleri denize açılan yeni odama geçtiğimde, öteki kuleyi, Topkapı’nın Adalet Kulesi’ni de görebiliyordum. Hemen aklımdan ‘iki kule arasında’ diye bir yazı yazmak geçti. Henüz yazmadım ama neden söz edeceğim aklımda, yazacağım.
Balat-Fener bölgesi akıl alır gibi değildir. İnsanlar, bugün, “Fatih İstanbul’u fethetti” dediğinizde, genç sultanın 4. Levent’i, Beylikdüzü’nü veya Şişliyi aldığını sanıyor. Oysa Fatih kendisini Kayser-i Rum diye tanımlamasına yol açan Konstantiniyye’yi alırken bu bölgeleri ele geçiriyordu. Büyük Bizans surları kentin bu kısmını kuşatmıştı. Şehrin Ayasofya’dan sonraki en büyük kilisesi bu bölgedeydi. Gene Fatih’in Roma’ya karşı güçlendirdiği Rum-Ortodoks kilisesi, Patrikhane şimdi benim kapı komşum olarak suyun bu kıyısındaydı. Balat-Fener bölgesinin, teşbihte hata olmaz, karşılığı Venedik’tir. Galata dediğimiz yer ise o fetih sırasında zaten Cenevizlilerin elinde tuttuğu özerk bir bölgeydi. Velhasılı kelam İstanbul, bu bölgedir, burasıdır.
Bir şey daha var. Fatih, kenti yeniden imar ve inşaya tabi tutarken bir takım iskan/ yerleştirme politikaları da güttü. Osmanlı’nın sırrı biraz da büyük bir dehayla kurduğu bu yerleştirme düzenindedir. Bu yoldan çok dilli, çok dinli bir imparatorluğun farklı grupları arasında huzursuzluk doğması engellenmiş, imparatorluk, ‘Osmanlı sistemi’ denilen çoğulcu yapısını korumuş, herkes kendinden farklı olanı hoşgörüyle karşılamıştır.
Fetihten sonra Sultan, Yahudilerin bir bölümünü Balat’a yerleştirdi ve inanç özgürlüğünü sağlayan fermanı yayınladı. Bölge Yahudilerin mevcudiyetiyle kısa sürede gelişti. II. Bayezid zamanında İspanya’daki engizisyondan kaçan Yahudiler bu bölgeye alındı. Daha Fatih devrinde bölgeye farklı ülkelerden gelmiş diğer Yahudi grupları da yerleşmişti. Fener’e komşu bu semtte sinagoglar açıldı. Diğer bir Yahudi grup ise karşı yakadaki Hasköy’de ikamet etti. Orada da havralar inşa ediliyordu.
Kadir Has Üniversitesi’ne yerleştikten sonra vakit buldukça ve fırsat yaratarak bölgeyi adım adım dolaşmaya başladım. Ne yalan söyleyeyim, karşılaştığım manzara akılımın alacağı gibi değildi. Belki kimi yapılar, kiliseler ve sinagoglar daha mamurdu ama bölgede, kentin en eski binaları, ibadethaneleri arasında sayılan sinagogların bazıları kapalıydı. Selaniko, Ahrida, Yanbol, Çana sinagogları içinde biri hariç diğerleri neredeyse terk edilmişti.
Sadece sinagoglar değil, akşam güneş batarken neredeyse kırmızımsı, turuncu bir ışığa boğulan, büyülü bir fener gibi parıldayan bölge de ezik, yıprak ve mahzundu.
Çok iyi anımsıyorum. Çok sevdiğim, bıçkın, çok yakışıklı, yerine göre ‘fırlama’ denilecek, neşeli, modern, zarif avukat dayımla bir gün Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçtik, Eminönü’ne indik. Birden “kotyoncu, kotyoncu” diye bağırmaya başladı. Ne ‘kotyon’ kelimesini duymuştum, ne de o sırada yakalamak için koşturmaya başladığı yaşlı, başında kendinden daha yaşlı bir fötr bulunan, elbiseleri neredeyse bin yıl öteden kalmış gibi duran, buna rağmen boynunda bir kravat bağlı, ceket cebinde ipek bir mendil sarkan adamı tanıyordum. Yanına vardı, ben de ulaştım. Bastonuna dayanan, diğer elinde geniş, büyük bir çanta taşıyan yaşlı adam “Celal Bey siz sağ olun” dedi, “iyiyim” dedi, “pek bir servet yapamadım” dedi, “sizler hep mühim insanlar oldunuz, senden çok menfaat gördüm” dedi. “Balat’ta eski bir evde oturuyorum, artık kimse de kalmadı” dedi. “Ama ben bir yere gitmem, burada doğdum burada ölürüm” dedi.
Şimdi kendisi de çekip gitmiş olan dayıma bu yaşlı adamın kim olduğunu sordum. Meğer düğünlerde başlardan aşağıya dökülen konfetilere, yukarıdan sarkan serpantinlere, krepon kağıdından süslere falan hep birlikte kotyon denirmiş, Fransızca. Bu adamcağız da bir yaşlı Musevi. Dayım hukuk fakültesinde okurken balolar düzenlermiş. Zat o kotyonları satarmış. Çok alışveriş yapmışlar. Çok yıllar sonra bir gün dayımı bulmuş. Ağır bir hukuk sorunu varmış. Dayım elbette işle uğraşmış, çözmüş, para mara da almamış.
Yaşlı adam onu tekrar öptü, beni selamladı; ağır, sürüklediği adımlarla binlerce yıllık tarihine doğru süzüldü gitti, Eminönü’nün mahşeri kalabalığı, cehennemi gürültüsü arasında. Sırtında tarihin zamana meydan okuyan güvenini taşıyordu ama İstanbul’un yoksul Yahudilerinden biriydi.
İşte bizim Balat bu Balat. Sinagogların biri iyi durumda. Ama diğerlerinin dediğim gibi boynu bükük. Semt de öyle. Üstüne üstlük bir önceki bienalde dostum Nilgün Mirze beni düzenlediği bir sergiye davet etti. Hasköy’de bir pidecide buluştuk. Beni biraz ötedeki yıkık, etrafında lastikçilerin ve bazı imalathanelerin olduğu bir yapıya götürdü. O yapıya çok uymuş Serge Spitzer’in işi bu binadaydı. Bin türlü yerden geçip zar zor girdik. Aman Yarabbim. Meğer bina İstanbul’un bu büyüklükteki tek ahşap kubbeli sinagoguymuş. Bu da terk edilmiş. Terk edilince de istila edilmiş. Hicrana düşmemek, hatta dehşete düşmemek mümkün mü?
Gidin Balat’ı, Fener’i, Ayvansaray’ı, Hasköy’ü ister güzel bir çan sesi gibi canlı bir sabahta, ister uzamış ve iyice ağdalaşmış bir akşam üstünde, gökyüzü git gide lacivertleşirken gezin. Tarihin yumuşak, tüylü ama kendisini duyuran bir kedi gibi size dokunduğunu hissedeceksiniz. Siz de tarihe dokunacaksınız. Kendinizi Yunus balığının karnındaki Yunus peygamber gibi tarih balığının karnında da duyabilirsiniz. O semtlerin ayağa kaldırılması şart. O dinsel yapıların, cemaat olsun olmasın, onarılması, pırıl pırıl olması şart.
Yoksa o yumuşak kedi tarih bu defa tırnaklarını yüzümüze doğru uzatacaktır.