Ortadoğu konulu çalışmalar ‘Arap Baharı’nı neden ıskaladı?

Arap Dünyası üzerine ihtisas yapmış birçok akademisyen, geçtiğimiz kış aylarında başlayan ve iki Arap ülkesi liderini yerinden eden, önümüzdeki günlerde birkaçını daha edeceğe benzeyen, siyasi – sosyal hareketleri öngörmede yetersiz kaldı.

Perspektif
20 Temmuz 2011 Çarşamba

Arap rejimlerinin kendi vatandaşları içinde kök salmamış oldukları, çok ciddi demografik, ekonomik ve politik problemlerle karşı karşıya oldukları biliniyordu. Yine de birçok siyaset bilimci, kendisini, Arap dünyasına damgasını vurmuş anomaliyi anlatmaya odaklıyordu: Antidemokratik liderlerin durumu…

Bu seneye dek Arap dünyasında bu tanıma uygun birçok lider saltanatını sürdürmekteydi. Muammer Kaddafi Libya’yı 1969 yılında ele geçirmişti. Esad ailesinin Suriye’deki yönetimi 1970’dan beri devam ediyor… Ali Abdullah Saleh daha sonra Güney Yemen ile birleşecek Kuzey Yemen’i 1978 yılından beri yönetmekteydi. Hüsnü Mübarek Mısır’da 1981’den, Bin Ali, Tunus’ta 1987’den beri hüküm sürüyorlardı. Monarşiler ise bunun çok daha ötesinde bir yönetim geçmişine sahiptiler… Ürdün, 1920’de kurulduğu günden bu yana Haşimi Ailesi tarafından yönetilmekte. El Suud Ailesi Arap Yarımadası’nın birleşmiş emirliklerini 1932 yılından beri kendi adı ile anılan monarşik düzen altında, Fas’ta hüküm süren hanedan ise burayı 17. yüzyıldan itibaren yönetmeye devam ediyor. 

Bu rejimler, dünya demokratik dalgalarla sarsılırken dimdik ayakta kaldılar. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra doğu Avrupa’da görülen silkinme, güneydoğu Asya, güney ve orta Amerika’daki hareketlenmeler ve Sahra’nın güneyinde kalan kara Afrika’da yaşanan savaşlar onlara yabancı kaldı. İran’ın İslam Cumhuriyeti olma yolunda giriştiği savaş, buna karşılık laik Türkiye’nin demokrasi alanındaki yolculuğu, Arap dünyasını ilgilendirmedi, heyecanlandırmadı. 

Siyasi gözlemciler yıllarca bu durumu anlamaya, açıklamaya çalıştılar. Ben de bu eksperlerden biriyim. Ekim 2005’de kaleme aldığım bir makalede2, ABD’nin Arap ülkelerindeki demokratikleşmeyi cesaretlendirmemesi gerektiği üzerinde durmuştum. Washington’un antidemokratik müttefikleri gelecek için bir garanti teşkil ediyorlardı. Bu görüşümde hatalı olduğum şimdi açıkça belli. Demokratik Arap rejimlerinin bölgede Amerikan çıkarlarına aykırı davranışlar geliştirecekleri görüşünü de ileri sürmüştüm. Bu hâlâ tartışılması gereken bir başlık olarak ortada duruyor. Birçok meslektaşım, ABD’nin Arap dünyasındaki siyasi reform taleplerini desteklemesi gerektiği fikrinde birleşiyor. Ben ise bu konudaki kuşkularımla yalnız kalmış gibi duruyorum. 

Dengeleri sarsan ne oldu?

Arap siyasetini değerlendirirken neleri atladığımızı veya nelere gereğinden fazla değer yüklediğimizi irdelemek bir akademik gerek olmaktan öte öneme sahip. Bölgesel yorumcular Arap rejimlerinin uzun soluklu dengelerini nelerin sarstığını, hangi yeni elemanların sahne aldıklarını ve sokakları ateşlediğini tespit etme durumundalar. Bunu yaparak dış dünyadaki karar vericilerin Arap dünyasındaki post devrimci taleplere nasıl cevap vereceklerinin yolunu açacaklardır.

Öncelikle üzerinde durulması gereken, bilim dünyasının neyi bildiği ve neyi bilmediği konusu olmalı. Örneğin çok az siyasi gözlemci Arap rejimlerinin geliştirdiği söylemler üzerine açıklamalarda bulundu. İslam’ın demokrasiye bakışı ve Arap kültüründeki pederşahi ve muhafazakâr yapının demokratik değişiklikleri ne denli destekleyebileceği konusu askıda kaldı. Aslında Arap dünyasının demokrasiye çok uzak olmadığını teslim etmek gerek… Kendilerine özgürce seçme hakkı verildiğinde, önemli sayılarla sandığa gittikleri geçmişte görülmüştür. Ancak birçok örnekte karşımıza çıktığı gibi, siyasi otoritenin iktidarı ele geçirdikten sonra onu terk etmemek adına geliştirdiği yöntemler üzerine yoğunlaşmak, neyin doğru gitmediğini anlamak adına önemlidir. Örneğin gıda fiyatlarını veya politik baskı araçlarını siyasi erklerine karşı gelenleri durdurmak için kullanmak, sıkça görülen toplumu veya muhalefeti sindirme yöntemleridir. Bu tespitte saklı olan rejimin iki önemli dayanağını bulmak mümkün: Bunlardan biri ordu – güvenlik kompleksidir, diğeri ise devlet tarafından yönlendirilen ekonomidir. 

Yönetimle ordu ilişkisi

Bazı akademisyen, yöneten kesim ile ordu – güvenlik güçleri arasındaki ilişkinin aleni bir karakteri olmadığı görüşünü savunurlar. Bu savın asılsız olduğunu söylemek olası. Mübarek ve Bin Ali dahil olmak üzere birçok Arap liderinin, siyasi erki almadan önce üniforma altında orduya hizmet ettikleri biliniyor. 1950’li ve 1960’lı yıllarda Arap ülkelerinde görülen askeri darbeler öncesinde, iktidara göz dikmiş birçok lider adayının ordularının kontrolünü ellerine almak için bunların içinde siyasi oluşumlar gerçekleştirdikleri, hatta bazı örneklerde görüldüğü gibi, orduların güçlerini dengelemek için rakip görüşlü oluşumları destekledikleri de biliniyor. Orduların siyasi otorite lehine ayaklanmaları bastırdıkları ve iç savaşları yönlendirdikleri de aşikar. Dolayısı ile, buradan hareketle, geçtiğimiz kış aylarında hüküm süren Arap ayaklanmalarında rejimin yanında olmasını beklemek, olayın tabiatına aykırı bir durum oluşturmuyordu.

Ancak, 2011 gerçekleri içinde Arap ordularının barışçıl şekilde taleplerini dile getiren kitlelere karşı nasıl davranacaklarını öngörmek gerekirdi belki de. Ancak başlangıçta olaylar kendini o denli tekrar eden bir karakterdeydi ki, siyasi gözlemcilerin çoğu orduların ve güvenlik güçlerinin hangi normlarla hareket edeceklerini irdelemek gibi bir öncelikleri olmadı. Gerçi Ortadoğu’da orduların siyasetteki yeri Amerikan dış siyasetini her zaman çok ilgilendirmiştir. Ancak 1950’li ve 1960’lı yıllardan sonra oluşan sağlam otokratik rejim yapısı ve sadakati, orduların hareketlerinin takip edilmesi gereğini gitgide gündemden düşürdü. 

Yine de süregelen sokak hareketlerinin gelişiminde Arap ordularının tutumları hakkında bazı tespitlerde bulunmak gerekir… Ordunun, reform talepleri ile sokak ve meydanları dolduran halka destek olduğu iki ülkede, Tunus ve Mısır’da demografik istikrarın olduğunu atlamamak gerek. Mısır’da sosyal alanda güçlü ancak siyaseten bir o kadar güçsüz olan Hıristiyan Kıpti nüfusu bir yana koyarsak, her iki ülkede masif bir Suni çoğunluğundan söz etmek olası. Her iki ülkenin ordusunun da profesyonelce hareket etme yeteneği ve isteği olduğu açık. Liderlerine bağlı ancak salt onun talepleri doğrultusunda hareket etme gibi bir eğilimleri yok. Her iki ülkede de, ordu idarecileri, kurumlarının ülkelerinin yeniden yapılanması süreci içerisinde önemli bir yere sahip olabileceğini kavramış ve buna göre davranmışlardır. 

Daha az kurumsallaşmış ordu ve güvenlik güçlerine sahip ülkelerde durum çok daha dramatik bir hal almıştır. Bir hükümdara veya bir aileye bağlı olarak çalışan ordular, saf istekleri dile getirmek üzere yola çıkan halk kitleleri karşısında kimi zaman dağılmış, kimi zaman da acımasız saldırıların faili olarak sahnede yer almışlardır. Libya ve Yemen örneğinde orduların parçalandığını, bazı birliklerin liderleri ve ailelerini desteklediklerini, bazı başka birliklerin göstericilerle birlikte hareket ettiklerini gördük. En azından bazılarının iç savaş ortamında kalmamak için silah bıraktıkları biliniyor. 

Azınlık yönetimler

Rejimin etnik veya dini anlamda bir azınlığın elinde bulunduğu bölünmüş toplumlarda, liderin kendi çıkar ve varlığını korumak amacı ile elit birlikler kurduğu ortada. Bahreyn’de açık ara azınlık olan Suni rejimin Şii çoğunluğa karşı oluşturduğu güvenlik hattı ve burada yaşanan çatışmalar hâlâ hafızalarda. Ürdün ordusunun, ülkedeki Filistinlilerin protestolarına karşın, monarşiyi kollamaya devam etmesi benzer bir durumu ifade ediyor. Suudi Arabistan’da çoğunluğu batı ve orta kesimlerdeki kabilelerden oluşan Ulusal Muhafızlar, El Suud Hanedanı’nın garantisi olarak görülüyor. Tüm bu ülkelerde gerçek tek: Ayaklanmalar başarıya ulaşır da rejim çoğunluğun talepleri ve baskıları sonucu çökerse, ordu liderliği de el değiştirecektir. 

Suriye’de yaşananlar bu konuda bir örnek oluşturmakta. Esad ailesinin bireyleri orduda önemli görevler üstlenmiş durumdalar. Diğer azınlık grupların temsilcilerinin de benzer şekilde orduda etkin oldukları biliniyor. Suni çoğunluğa sahip Suriye’de Alevi Şii azınlık senelerdir ülkeyi kendi çıkar ve öncelikleri doğrultusunda yönetiyor. Azınlıkların Esad etrafındaki dayanışmayı sürdürmeleri rejimin geleceğinin bağlı olduğu en önemli unsur. Ancak şu veya bu şekilde tatmin edilemeyen ordu mensuplarının, kendi pozisyonlarını Esad ailesinin özel koruması şeklinde değerlendirmeye başlama olasılığı, durumu rejim açısından istenmeyen yöne çeker ve bu önlenemez şekilde, çorap söküğü gibi gider. 

Her durumda, toz bulutu kalktığında bölgedeki siyasi gözlemciler, Ortadoğu’daki Arap ülkelerindeki lider – rejim – ordu ilişkilerini doğru şekilde irdelemeleri gerekiyor. Belki de bu kriz ortamında o rejimin geleceğini belirleyecek önemli bir etken olacaktır.

Yönetimin ekonomiye etkisi

Devletin ekonomi üzerindeki etkisi akademisyenler tarafından Arap rejimlerinin sarsılmaz gücünü anlatan önemli bir faktör olarak tanımlanmıştır. Geniş petrol rezervleri ve gelirlerinin zenginleştirdiği Arap rejimleri, bu gücü ekonominin kontrol edilmesi, uzaktan kumandalı sektörlerin oluşturulması, refahın siyasi çıkarlar doğrultusunda dağıtılması noktasında kullanmışlardır. Kriz zamanlarında verilen destekler, demokratikleşme yolundaki talepleri eritmiş, cebe giren değerler reform isteklerine karşı her zaman galip gelmiştir. Petrol fiyatlarının yükselmesi ile devlet memurlarının maaşlarının yükseltilmesi, tüketim mallarına uygulanan korkunç sübvansiyonlar, işçi alımları gibi yollarla, toplum etki altına alınmıştır.

Son aylarda, petrol ihraç eden Arap ülkeleri düşünülecek olunursa, yalnız Libya’da bunun tersine bir gelişme izlemek mümkün. Kaddafi örneğinde petrol geliri ciddi şekilde toplanan ve rejimin devamı ve korunması için kullanılan bir girdi. 

Kış aylarında görülen Arap ayaklanmalarının petrol üreticisi olmayan Tunus ve Mısır gibi ülkelerde çıkmış olması dolayısı ile anlamlı. Arap petro-devletleri zenginliklerini ekonomik reformların yapılmaması veya geciktirilmesi noktasında sonuna dek kullanırken, küreselleşen dünya ekonomisini dikkate almamışlar. Dünyadaki liberal ekonomi baskısı, petrol üretmeyen Fas, Tunus, Mısır ve Ürdün gibi Arap ülkelerini ekonomik reformlar yapmaya itmiştir. Bazı durumlarda devlet işletmeleri özelleştirilmiş, yabancı sermayenin gelmesi desteklenmiş, özel sektörü heveslendirmek adına destekler oluşturulmuş, bütçenin kaynaklarını kurutan bazı sübvansiyonlara son verilmiş ve kamu harcamalarına disiplin getirilmiştir. Bu durum, ekonomik anlamda zayıf geniş halk kitlelerinin ezilmesine neden olurken, maddi olanakları olan veya yatırım yapacak eğitim seviyesine sahip kitlelere yeni ufuklar açmıştır. Bu arada ekonomik anlamda kuvvetli olan kısıtlı bir toplum kesimi, liberal ekonominin nimetlerinden yararlanma noktasında liberal ticaret rejimi tarafından kendisine sunulanları tüketmeye başlamıştır.

2010 yılında IMF’nin hem Tunus hem de Mısır’ı büyüme oranları değerlendirmesinde başarılı bulmasına bakılacak olunursa, ekonomik reformlar, bunlara en çok sahip çıkan ülkelerde geri tepmiş gibi duruyor… Siyasi çıkarlar öne alınarak yapılan özelleştirmeler rejimlerin istikrarına fayda sağlamamış, aksine toplumda daha önce bilinmeyen, rastlanmayan bir elite yol açmış: girişimciler. Bu girişimcilerin içinde – her iki ülkede de – liderlerin aile mensuplarının bulunması toplumsal tepkinin oluşmasına zemin hazırladı. Ekonomiyi yönlendiren bu genç, eğitimli, görüş sahibi unsurların olası siyasi patlamayı durdurabileceği yönündeki beklentiler ise tamamen asılsız çıkmış, sokak hareketlerinin ilk saatlerinde bunların çoğu ya yurtdışına kaçmış ya da olayların gelişmesine mani olacak gücü kendilerinde bulamamış, sonuçta post devrimci hapishanelere düşmüşlerdir. Üst gelir gruplarını oluşturan aileler ise ne Mübarek’e ne de Bin Ali’ye destek olmuşlardır. Aksine, bu aile mensuplarının rejim muhalifleri arasında önemli yerlere sahip oldukları dahi görülmüştür. Mısır’daki Google yöneticisi Vail Gonim buna bir örnek teşkil eder.

Tunus ve Mısır’daki gelişmeleri gören birçok Arap ülkesi benzer ‘felaketlerle’ karşılaşmamak adına önlemler alırlar. Petrol zengini Suudi Arabistan’da Kral Abdullah Mart – Nisan aylarında topluma pompalanmak üzere 100 milyon doları gözden çıkartmıştır. Petrol üretmeyen Ürdün’de ise halkın sadakati, ekonomik reformların askıya alınması, öngörülen bütçe kesintilerinin kaldırılması ve bazı ekonomik garantilerin verilmesi ile satın alınmaya çalışılmıştır. 

Birçok akademisyen daha yolun başında ekonomik reformların Arap ülkelerinde sıkıntılara neden olabileceğini öngörmüşlerdi. Ancak bunların çok azı bu yeniliklerin rejimleri allak bullak edecek toplumsal olayları alevlendirebileceği güçte olabileceğini ifade etmişlerdi. Birçoğu, sistem içindeki çürümüşlüğün etkilerini görmezden gelmişti. 

Petrol zenginliği rejimlerin istikrarı açısından önemli bir etken, özellikle de fiyatların yüksek olduğu dönemlerde. Bu devletlerin rejimin istikrarını nasıl satın aldıklarını ayet iyi bilen Ortadoğulu bilim adamlarının, petrol üretmeyen ülkelerin ekonomik reform maceralarında – en azından şimdilik – başarılı olamayacaklarını ıskalamaları hataydı.

1 Vermont Üniversitesi Siyasal Bilimler Profesörü

2  “Demokrasi Terörizmi Durdurabilir mi?” Foreign Affairs – Eylül / Ekim 2005 sayısı…

 

 

Ordunun, reform talepleri ile sokak ve meydanları dolduran halka destek olduğu iki ülkede, Tunus ve Mısır’da demografik istikrarın olduğunu atlamamak gerek. Her iki ülkede masif bir Suni çoğunluğundan söz etmek olası. Her iki ülkenin ordusunun da profesyonelce hareket etme yeteneği ve isteği olduğu açık. Liderlerine bağlı ancak salt onun talepleri doğrultusunda hareket etme gibi bir eğilimleri yok. Her iki ülkede de, ordu idarecileri, kurumlarının ülkelerinin yeniden yapılanması süreci içerisinde önemli bir yere sahip olabileceğini kavramış ve buna göre davranmışlardır.

 

 

Geniş petrol rezervleri ve gelirlerinin zenginleştirdiği Arap rejimleri, bu gücü ekonominin kontrol edilmesi, uzaktan kumandalı sektörlerin oluşturulması, refahın siyasi çıkarlar doğrultusunda dağıtılması noktasında kullanmışlardır.

 

F.Gregory GAUSE III

Çeviren: Marsel RUSSO