Operanın şiiri(metni), her zaman müziğin itaatkâr kızı olmalıdır. Berbat librettolarına rağmen, İtalyan komik operaları acaba neden bu kadar popülerdir?
Çünkü müzikleri o kadar güzeldir ki, dinleyen başka her şeyi unutur. Sahnelemenin ne olduğunu bilen yetenekli bir müzisyen, kabiliyetli bir şairle çalışırsa, hiç bilmeyenin bile alkışlayacağı bir iş çıkabilir. Wolfgang Amadeus
Aslında bu yazı ‘Mahagonny Kentinin Yüselişi ve Düşüşü’ ile ilgili olacaktı. Fakat bir okuyucumun sorusu Brecht-Weill operası yorumumu bir sonraki yazıma ertelememe sebep oldu. Okuyucum, son ‘Tosca’ yorumuna değinerek soruyor: “Bir operanın klasik şekliyle yorumlanması sizi neden bu kadar rahatsız ediyor? Size beğendirmek için mutlaka uçuk, kaçık bir yorum mu gerekli?” Kesinlikle hayır! Ankaralıların Tosca’sından şikâyetim, sahnelemenin fazla klasik oluşundan değil, fazla ruhsuz oluşundandı.
Operayı ‘konuşmaların şarkı söyleyerek verildiği bir tiyatro türü’ olarak tarif etmek doğru olmaz. Onu ‘sahne sanatlarının en kusursuzu’ yapan, aşkı, ölümü, dramı, komediyi, her türlü duyguyu, (hatta Wagner ile başlayan müzikli drama akımıyla her türlü düşünceyi) sadece söz ve beden diliyle değil, orkestranın ve insan sesinin tüm olanaklarını da kullanarak izleyiciye aktarabilmesidir. Bu aktarım, klasik ve görkemli bir Arena di Verona prodüksiyonu ile de olabilir, Peter Brook’un izleyicilerin ortasına kurulmuş kare bir sahnede üç banko ile sahnelediği ‘Don Giovanni’ ile de olur. Yeter ki o duygu sahneden ve orkestra çukurundan seyircinin gönlüne akabilsin!
Tosca’nın ardından bir hafta bile geçmeden Yekta Kara, doğru yerde, doğru bir yorumla olabildiğince klasik, ama duygu ile, sevgi ile, aşkla kotarılmış bir sahnelemenin nasıl kıpır kıpır, nasıl neşeli, nasıl keyifli ve sımsıcak bir seyirlik olabileceğini ‘Saraydan Kız Kaçırma’ ile hepimize bir kez daha göstermiş oldu.
Program kitapçığında Samsun Devlet Opera ve Balesi yapımı olarak geçse de ‘Saraydan Kız Kaçırma’ sanırım yönetmeniyle, solistleriyle bir Samsun-İstanbul ortak yapımı. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde, küçük köşkün, çiftli giriş merdivenlerinin önünde oynanıyor. O görkemli cephe doğal haliyle, sadece birkaç ışık oyunuyla giydirilerek opera için olağanüstü bir dekor oluşturuyor. Böyle bir mekânda en klasik yorumun dışında bir sahneleme zaten düşünülemez bile.
Yekta Kara, bu yorumu, parlak ve zekice buluşlarla süslemeyi biliyor. Öncelikle operanın diliyle oynuyor: Dünyanın her yerinde, Saraydan Kız Kaçırma’nın konuşmalı bölümlerinde oynadığı ülkenin dili kullanılır. Ama bu kez opera olayların geçtiği ülkede sahneleniyor ve Türk karakterlerin kendi dillerinde konuşmaları ne kadar doğalsa, yabancı karakterlerin Türkçeyi ya hiç ya da çok az bilmeleri bir o kadar doğal. Gerçekten oyunun ‘Türkleri’ kendi aralarında Türkçe konuşurken ‘yabancılar’la Almanca konuşmaya gayret ediyorlar. Oyunun ‘yabancılar’ı da (Blondchen ve Pedrillo’yu oynayan Türk solistler dahil) ya Almanca, ya da çat pat Türkçe karışık Almanca konuşuyorlar. Belmonte’yi canlandıran Amerikalı tenor da kimi zaman büyük bir rahatlıkla İngilizceyi yeğliyor. Ben yazıdığımda bu durum bir dil karmaşası gibi dursa da, tam tersine, sahnede dilin bu şekilde kullanımı oyuna beklenmedik bir gerçekçilik kazandırıyor. Kara, bu Türk-Yabancı karşıtlığını kostümlerinde de kullanıyor. Saray çalışanlarının giysileri, dönemin Osmanlı giysileri. Paşa’nın ve evlenmeyi düşündüğü için kendinden biri olarak gördüğü Konstanze’nin giydiği kostümler, büyük bir olasılıkla orijinal saray elbiselerinden esinlenerek hazırlanmış. Blondchen’in ve Pedrillo’nunkiler ise kesinlikle farklı. Belmonte ise sahneye, elinde bir valiz, izleyicilerden herhangi birinin de rahatlıkla giyebileceği şık bir yazlık ve kostümle giriyor. Hele genç, yakışıklı (ve kara derili) bir Amerikalı oluşu olaya neredeyse Brecht’vari bir ‘yabancılaştırma efekti’ katıyor. Tabii ki yönetmen, saraydan kaçarken Konstanze’ye ‘Avrupalı’ bir kostüm giydirmeyi de ihmâl etmiyor.
Ben her zaman, Mozart dehasının en olağanüstü ürünlerinin operaları olduğunu düşünmüşümdür. Saraydan Kız Kaçırma, 25 yaşındaki genç bestecinin ilk dönem ürünlerinden. O dönemde moda olan ‘Türk usulü’, gamsız, tasasız bir eğlencelik. Bestecinin ileriki dönemlerinde giderek derinleşecek karanlık ve karamsar duyguları henüz ortaya çıkmamış. Konu basit: İspanyol soylusu Belmonte’nin, uşağı Pedrillo’nun yardımıyla, Selim Paşa’nın sarayında esir olan sevgilisi Konstanze’yi kurtarma çabaları.
Saraydan Kız Kaçırma, tarz olarak bir ‘Singspiel’. ‘Recitativo’ yok, tüm ara bölümler konuşmalı ve konuşmalardan direkt olarak ‘arya’lara ve ‘ensemble’lara geçiliyor. Bunların arasında Mozart’ın yazmış olduğu en güzel ve en zor aryalardan bazıları var. Bu müzikal zorluklarından dolayıdaüst düzeyde yorumcular gerektiriyor.
Benim izlediğim gecenin yorumcuları, nerdeyse kusursuz denecek kadar iyiydi. Ünlü İtalyan soprano Eva Mei, yıllar önce Wiener Staatsoper’de profesyonel kariyerine başlamış olduğu Konstanze rolüne, yılların da deneyimini katarak, güçlü ve güzel sesi, güzelliği, beden dili ve oyunculuğyla dört dörtlük bir yorum getirmiş. Hele orkestral girişin ardından dört solo sazın eşliğinde bir sinfonia concertante gibi söylediği o uzun ‘Martern aller Arten’ aryasında olağanüstü. Bu vesileyle, bu aryanın ve operanın birkaç yerindeki uzun orkestra girişlerinin doldurulduğu sessiz mizansenler için, Yekta Kara’ya şapka!
Dünyanın bütün saygın operalarında başroller oynayan Leggiero Tenor Kenneth Tarver’in güzel bir ses tınısı ve sahne hâkimiyeti var. Ancak sesi bazı ”ensemble”larda, hele açıkhavada ve diğer solistlerin volümlü seslerinin arasında kaybolabiliyor. Kendisini bir de opera binasında dinlemeyi ümit ediyorum.
Ensemble demişken, Saraydan Kız Kaçırma’yı izlediğimiz gecenin hoş sürprizlernden biri de, ikinci perdedeki Belmonte-Konstanze-Pedrillo-Blondchen dörtlüsünün ilk bölümünün, sarayın hemen dibindeki camiden gelen ezan sesinin de katılmasıyla çok keyifli bir beşliye dönüşmesi olmuştu.
Solistlerin ‘Türk Takımı’ ünlü yabancılarla başa baş yarışacak nitelikteydi. Bas Kenan Dağaşan, hem oyunculuğu hem ünlü aryalarındaki üst düzey yorumu ile hakettiği gibi bol bol alkışlandı. Avrupa’nın önemli sanat merkezlerinde konserler veren ve misafir sanatçı olarak da Türkiye ve Avrupa operalarında sahne olan ödüllü genç tenorumuz Cenk Bıyık, gerek sesi, gerek oyunculuğu ile Pedrillo’ya çok yakışmıştı. Sarayın kâhyası Osmin (Osman)’in, son dönemlerde pek revaçta olan karikatürize ve bürlesk yorumdan kaçınılarak hakettiği yere oturtulması Yekta Kara’nın sayısız artısından biri. Osmin’in bu grotesk yorumdan kurtarılmasıyla yetinilmeyip, Cenk Bıyık’ın komedi yeteneğinin de katkısıyla komik-opera unsurlarının Osmin-Pedrillo ikilisine dengeli olarak dağıtması da çok başarılı.
2008’de ilk kez Leyla Gencer’siz düzenlenen 5. Uluslararası Leyla Gencer Şan Yarışması’nda, ünlü ‘koloratura’mızı yitirmenin üzüntüsünü, bu yarışmayı ilk kez bir Türk’ün kazanmış olması bir nebze azaltmıştı. Bundan birkaç yıl önce, İstanbul Devlet Operası’na solist olarak kabul edilmiş ve ‘Sihirli Flüt’ ün Gece Kraliçesi olarak ilk büyük başarısını kazanmış olan yarışma birincisi Nazlı Deniz Boran’ı geçen yıl da, Hoffmann’ın Masalları’nın olmazsa olmaz Olimpia’sı olarak dinlemiştik. Sesiyle, sahne hâkimiyeti ve komediye yatkınlığıyla Boran’ın Blondchen’i, bu genç koloraturamızın üst düzey bir Mozart yorumcusu olma yolunda sağlam adımlarla ilerlediğini gösteriyor. Sayın Yekta Kara’dan kişisel bir ricam olacak: Orfee e Euridice operasında çok etkileyici bir Amour olarak izlemiş olduğumuz Sirel Yakupoğlu’nun Blondchen’i üstlendiği bir gece Nazlı Deniz Boran’ı (repertuarında olduğunu bildiğimiz) Konstanze rolünde sahneye çıkarmasını isterdim... Sanırım öyle bir yorum da, ‘Seraglio’nun unutulmazlarından biri olur.
Saraydan Kız Kaçırma, bir kaç performansla sınırlı olarak, yılda bir kez, o da Opera Festivali’nde sahneleniyor. Bu yıl geçti gitti ama, önümüzdeki yıllarda sakın kaçırmayın.
Hepinize iyi seyirler.