Yazmak, çığlık atmak, “Ey insanlar neredesiniz?” demenin bir biçimi benim için…

2011 Gila Kohen Öykü Yarışması’nda üçüncülük ödülüne layık görülen Sibel Öz, bu röportaj serisinin son konuğu. Öz, öyküsü ‘Ah Lena’da, eşsiz bir doğa eşliğinde hayal ile gerçek arası yaşanan, naif ve kırık bir aşk öyküsüne imza atıyor.

Tuna SAYLAĞ
3 Ağustos 2011 Çarşamba

‘Ah Lena’nın son satırını okuduktan sonra içimde tuhaf bir hüzün, kekremsi bir burukluk hissettim. İçimden İlyas’ı sarıp sarmalamak, teselli etmek geldi. Gitmek mi zor, geride kalmak mı? Aşkı ebedileştiren, sevgiliyi unutulmaz kılan o bitmeyen bekleyiş mi? Lena gitmeseydi İlyas’ın aşkı baki kalacak mıydı? Yazarımızın duygu dolu yüreğiyle kaleme aldığı hikâyesi bana bunları düşündürdü.

Sibel Öz’le Lena ile İlyas’ın aşkını irdeledik.

Öykünüzde Lena ile İlyas’ın yaşadıkları aşkı nasıl betimlersiniz?

Öyküde izini sürdüğümüz aşk, aslında çoğunlukla İlyas’ın iç dünyasında şekillenmiş ve oraya ait. Yani öyküyü okurken, bu aşkın ne kadarının gerçek, ne kadarının İlyas’ın hayal dünyasına ait olduğunu pek de anlayamıyoruz. Zaten aşk genel olarak da böyle değil midir? Yaşananlar tabii ki gerçektir, fakat onlara yüklediğimiz anlam farklı farklıdır. Bireysel hikâyelerimiz, arka planlarımız, gereksinimlerimizle aşk’ı kişisel hale getiren onu ‘biricik’ ya da ulaşılmaz kılan aslında kendimiz oluyoruz. Bu nedenle her aşk, milyonlarca insanın parmak izlerinin farklı oluşu gibi biriciklik içeriyor. Öyküdeki İlyas ile Lena arasında gerçekten böyle bir aşk yaşanmış mı, yoksa bunlar İlyas’ın iç dünyasında mı geçiyor, bunu bilemeyiz. Ama sonuçta Lena, İlyas’ın aşkıdır. Yaşadıkları her ne olursa olsun… Öte yandan Lena, İlyas açısından gidebilen olmayı temsil ediyor. İlyas, koca bir ömrün tüm kırıklıkları ve yorgunluğuyla Karadeniz’in ıssızlığına çekilmiş, sığınmış bir bakıma. Lena gelmiş onu orada bulmuş. Yani umut sizi her yerde, dağın başında bile olsanız bulabilir. İlyas, onca insan, onca mekândan gittiğini sanırken, ‘ev’e döndüğünde aslında hiç gidemediğini, Lena’yı kaybedince anlıyor. Öyküde Lena, gidebilen, İlyas ise geride kalan… Kırıklıklarını tamir etmek bir başına, hele de o yaşta çok zor… Hayata dair ne varsa Lena’nın yokluğuyla kararıyor, biz de İlyas’ın mutsuzluğunun içinde yol alıyoruz. Aşkı çoğumuz bağlanmayla eş tutarız; oysa aşk bağlandıkça solar, ruhundan ve özgürlüğünden yoksun kalır. Lena bağlanmadığı ve gitmiş olduğu için, sonsuza dek sürecek aşkı da temsil ediyor.

Doğa tasvirleri adeta hikâyenin üçüncü bir kahramanı gibi, bu konuda neler söylersiniz?

Evet, öyküde bir fon değil anlatılan mekân. Öykünün ana kahramanlarından biri. Öyle ki, bu aşk sadece orada bu biçimiyle yaşanırdı. Ya da başka bir yerde yaşansaydı, Karadeniz’in o tarifsiz güzelliğiyle sarmalanmamış olsaydı, eksik kalırdı. Doğu Karadeniz, Rize ve sonrası, Türkiye’de çok özel bir coğrafya… Öyküde anlattığım gibi, sahiden her şey abartılı bir güzellikte. Kendim de Karadenizliyim, fakat bir yaz İstanbul’dan arabayla Hopa’ya doğru yola çıktığımda, böylesi bir güzellikle karşılaşacağımı beklemiyordum. Yani ağaçları, kayaları tümüyle örten zümrüt yeşili yosunları, daha önce hiç görmediğim güzellikteki çiçek tarlalarını, Fırtına Deresi’nin üzerindeki onlarca taş köprüyü, geceleri her şeyi bir masala dönüştüren ateş böceklerinin şölenini, bu mevsimde bile her öğleden sonra yağan o sisli yağmuru anlatmak zorundaydım. Bir de tabii muhteşem insanlarını… Ülkemizde içimizi acıtan türlü olaylar olurken, Karadeniz’de bir sürpriz gibi karşınıza çıkan o sımsıcak insanlarını anlatmak biraz da boynumun borcuydu. Bazı öyküler sadece bir mekânı anlatmak için bile yazılabilir. Ben bu öyküde Çamlıhemşin’i anlattım. Ama orada tanıdığım, özel olarak benim için çok değerli iki insana kendimce bir hediye vermek istedim. Bu anlamda sadece onlar için yazılmış bir öyküdür.

İlyas’ın geri kalan ömründe bıkmadan Lena’yı beklemesi bana bir kitabınızın adını - ‘En Çok Seni Bekledim’ - çağrıştırdı. Bana göre İlyas da en çok Lena’yı beklemişti. Ne dersiniz?

Böyle bir bağlantı hiç aklıma gelmemişti. Teşekkür ederim güzel sorunuz için. İlk kitabıma adını veren, ‘En Çok Seni Bekledim’ adlı öykü de böyle bir bekleyişi ve geride kalan olmanın ağırlığını işler. İlyas, belki bir daha hiç gelmeyecek olan Lena’yı beklerken yaşlılığın, artık gidilebilecek son yerde olmanın, aşkın ve umudun Lena’yla birlikte artık bilinmeyen bir yerde olmasının acısıyla yaşıyor. Kapıları kilitlemediği için başına gelenler, yani hırsızlık ve kafasına odunla vurulması, onu günümüzün acıtıcı gerçekleriyle tanıştırması gereken bir olay, fakat İlyas yine de kapıları kilitlemiyor. Kapıları kilitlerse Lena’nın bir gün gelme umudu da yok olacak muhtemelen. O ise kendi dünyasında yaşamayı tercih ediyor. ‘Gitme ve kalma’ durumları bana hep acıtıcı gelmiştir. Pek çok öykümde de, sanırım çoğu kez farkında olmayarak işledim. Gitmek özgürlüğü çağrıştırıyor. Ama giderken her yerde kendinizi, kendinizden, ruhunuzdan bir parçayı da bırakıyorsunuz. O parça, ‘geride kalan’la birlikte kanayarak da olsa yaşamaya devam ediyor. Olası hayatlarımız, yani hayatlarımızın yeteri kadar cesur olabilseydik eğer, başka nasıl olabileceği sorusu beni yazarken de yaşarken de meşgul ediyor. Biraz azap da tabii bu. Çünkü olasılıkları düşünmek yorucu bir iş aslında. Var olan hayatlarımızı yaşarken, yanımızdan yöremizden geçip giden olası hayatlarımız insanı sürekli başka öykülere taşıyor. Bazen o hayatların yasını bile tutuyoruz.

Hayat, insanların yaşadıkları en çok hangi yönleriyle öykülerinize yansıyor?

Hayat, sanırım en çok bizleri ortaklaştıran yanlarıyla öykülerime yansıyor. Coşkun Ongun Radikal Kitap’taki bir yazısında ‘En Çok Seni Bekledim’deki öykülerden yola çıkarak, “Sibel Öz’ün öykülerinde acı anlatılıyor” diye yazmıştı. Beni düşündürmüştü bu belirleme, ancak doğruydu. Birbirimizin acılarına değebildiğimiz oranda ortaklaşabiliyor, hatta daha çok ‘insan’ oluyoruz. Öyküler de hayat da aslında bizi biz eden çelişkilerimizden ortaya çıkıyor. Düşünsenize, çelişkiler olmasa, her birimizin bu kadar ayrı hikâyesi olur muydu? Herkes aynı yöne bakarken, yazar başını başka yönlere çeviremezse ne yazabilir ki? Yazan insan, insanları birbirlerinin gerçeklikleriyle tanıştırmak gibi bir görev de üstlenmiş oluyor. “Bu da var” diyor bir bakıma. “En azından benim dünyamda bu da var”. Bir kişinin bile dünyası ya da hikâyesi bir insanlık durumunu yansıtıyor. Ve o noktada hepimizi ilgilendirmeye başlıyor. Özellikle ülkemizde azınlık çoğunluk durumlarının çok baskın olduğunu düşünüyorum. ‘Çoğunluk’ sizi görmezse, yok gibi bir şey oluyorsunuz. O ‘çoğunluk’ da nasıl oluşturuluyor belli değil. Belki ona resmi çoğunluk demek daha doğru olur.

Ciddi bir siyasi geçmişiniz olduğunu biliyoruz; bu yazın hayatınızı nasıl etkiledi?

Siyasal geçmişim ya da duruşum, belki de beni yazmaya yöneltti. Bir röportajda, “yazmaya nasıl başladınız?” sorusunu, “Bildiri yazarak…” diye cevaplamıştım biraz da espriyle. Ancak bizim kuşaktan politikleşmiş insanlar açısından bir gerçeği de ifade ediyordu. 1980 askeri darbesinden sonra yaşanan umutsuzluk, bir bakıma kara günler insanların ağır bedeller ödemesine neden olan mücadelelerle aşıldı. Doksan kuşağı, hep ölüme yakın durdu ve sanırım demokratik mücadelede en ağır bedelleri de ödediler. Çoğumuz öldük. Tesadüfen ölmemiş olanlarımızın ise henüz yazdıklarını, konuşabildiklerini düşünmüyorum. En azından bizim kuşak henüz konuşmadı diyorum. Politikleşmek, duyarlı olanlarımız için adeta zorunluluktu. Ya itiraz edecek ya da büyüklerimiz gibi korkuyla yaşayacak, baskıyı sindirecektik. 1973 doğumluyum. Yılmaz Güney kartpostalı üzerimizde bulundu diye ya da 1 Mayıs’a giderken defalarca gözaltına alındığımızı diğer kuşaklar gibi ben de hatırlıyorum. Kitapların toplatıldığını, ilk gözaltımı üzerimde yasak kitap bulundu diye yaşadığımı biliyorum. Yani her şey yasaktı bu ülkede. Altmış sekiz, yetmiş sekiz kuşağından sonra bizler de bu baskıları ciddi şekilde yaşadık. Ülkemizde muhaliflerin Cumhuriyet tarihi boyunca ağır baskılar yaşadıklarını, ölümle sindirilmeye çalışıldığını, bu ülkede solcu, komünist olmanın her an ölüm ve işkence tehdidi altında yaşamak demek olduğunu hepimiz biliyoruz. Ben de on yedi yaşımda çocukça da olsa itirazlarımdan dolayı ilk işkencemi gördüm. Defalarca gözaltına alındım, üç kere hapse girdi çıktım. Sonuncusu on yıl sürdü. Bunlar insanın hayatını sarsıcı biçimde etkiler. Yazmaya gelince, yazmak yirmili yaşlarının tümünü hapiste geçirmiş bir insan için, nefes almak gibi bir şeydir. Şimdi düşünüyorum da, çığlık atmak, direnmek, seslenmek, “Ey insanlar, nerdesiniz?” demenin bir biçimi oldu hep yazmak. Sorunuza gelirsem tekrar, öykülerim kanar biraz benim. Çünkü hayatlarımız –muhalif kesimler için söylüyorum- çoğu kez kan revan vadilerden geçti bu ülkede. Etrafımızdaki hayatlar için de keza bu böyleydi. Politikanın temelinde de insan var. İnsanı alabildiğine hisseden, her daim insanı arayan, kendini hep başka insanlarda bulacağına inanan, yaşamı da böyle algılayan biri olduğum için, öykülerim de politik olarak bağırmayan, ama herkesin kendinden bir şey bulacağı, hayata dair, bize dair öyküler oldu.

Öğrencilik dışında şu an nelerle meşgulsünüz?

Yazmaya devam ediyorum. Yeni öykü dosyam şu an bir yayınevinde. Aynı zamanda bir belgeselin senaryosunu yazıyorum. Osmanlı’nın son yıllarındaki Reji şirketinden Tekel’e kadar olan tütün serüvenini anlatacağız sözünü ettiğim belgeselde. Söylediğiniz gibi öğrenciyim aynı zamanda. Daha önce lise ve üniversitede elektronik alanında eğitim görmek zorunda kalmış biri olarak, ilk defa sözel bir alanda öğrenim görmenin keyfini yaşıyorum. Sinema alanıyla tanıştım bu sayede. Senaryo yazmak gündemime girdi. Ayrıca on dokuz yaşlarını süren arkadaşlarımla birlikte ‘geç’ öğrenciliğimle dalga geçiyoruz bol bol. Bu arada ‘Dışarıda Deli Dalgalar’ adlı bir vatandaş inisiyatifinin üyesiyim. Üç buçuk yıldır hapishanelerdeki siyasi tutuklu ve hükümlülere kitap ve mektup gönderiyoruz. Sebahattin Ali’nin ‘Aldırma Gönül’ adlı şiirinden geliyor inisiyatifin adı da. Şu sıralar dışarıdan içeriye kitap köprüsü kurmak için kolları sıvadık. On bin siyasi tutukluya on bin kitap göndermeyi hedefleyen bir kitap kampanyası başlattık. Şalom gazetesi okurlarına da çağrı yapmak istiyorum. Kütüphanelerindeki kitapları seyreltmek ve deliliğimize katılmak isterlerse, internet sitemiz üzerinden bizimle iletişim kurup kitap bağışlayabilirler.

Gila Kohen Öykü Yarışması’na katılmaya nasıl karar verdiniz? Üçüncülük ödülü sizde nasıl duygular uyandırdı?

Gila Kohen Öykü Yarışması’nı epeydir izliyordum aslında basından. Ancak bir türlü, hani derler ya, denk düşmedi. Hatta Gila Kohen’i araştırdım da ilk duyduğumda. Hayatının en üretken yıllarında aramızdan ayrılmış, onu tanıyanların gözlerinde hala süren ışıltıdan ne kadar değerli bir insan olduğunu anlayabildiğimiz Gila Kohen, tanımadan sempati, sevgi yarattı bende. Yarışma da edebiyat dünyasında oldukça saygın bir yerde duruyor. Jürideki Feridun Andaç benim için çok özel bir isim. Ve üç tane kadın öyküsüyle katıldım yarışmaya. Birinci, ikinci ve üçüncülüğe layık görülen üç öykünün de yazarlarının kadın olması, ortaya bir kadın fotoğrafı da çıkardı. Buna ayrıca sevindiğimi ve gururlandığımı da belirtmeliyim. ‘Ah Lena’ üçüncülük ödülüne layık görüldüğünde, hem sizlerle tanışacak olmak, hem de bir şekilde yazdıklarımızın ödülle onurlandırılması mutlu etti beni. Buradan Gila Kohen’i, bir kez daha sevgiyle anıyorum… Ve hepinize teşekkür ediyorum.

Siz en çok kimleri okumayı seviyorsunuz?

 Zor bir soru. Zorluğu, severek okuduğum pek çok yazar olmasından kaynaklanıyor. Öncelikle Çehov’u çocukluğumdan beri, tekrar tekrar okurum. Bazı öykülerini hapishanede tiyatroya da uyarlamıştık ve katıla katıla gülerdik oynarken. Çehov’un öykülerinin sonunda insanın yüzündeki gülümsemeyi dondurmasına ve sizi öylece bırakmasına bayılırım. Kırk dört yaşında ölen bu insanın yirmi yıl daha yaşasaydı neler yazacağını ölesiye merak ederim. Ülkemizden de Sait Faik’i anmadan geçemem. Bilge Karasu, Leyla Erbil, Füruzan, Yekta Kopan’ı severek okuyorum. Bazı yazarların tarzları, bazı yazarların ise tek bir öyküsü bile beni kendine bağlar. Oğuz Atay’ın ‘Beyaz Mantolu Adam’ öyküsü bence böyledir. Sulhi Dölek’in dünyasını da çok severim. Gizlenmek, saklanmak istediğimde Oğuz Atay’ın ‘Beyaz Mantolu Adam’ının yanına dikilirim, ya da ne bileyim Sulhi Dölek’in ‘Korugan’ı da rahat ettiğim bir yer olur. Onlara ne kadar teşekkür etsek azdır, kendi acılarından bizlere böyle sığınaklar yaptıkları için.