Le Point Dergisi, Libya’daki Kaddafi rejiminin yıkılmasına atfen hazırladığı inceleme dosyasında, tarihin çeşitli evrelerinde yaşamış ve dönemlerine imza atmış onlarca zorba diktatöre yer vermiş. Paranoyak, soytarı, katil... Radikal ideolojilere eğilim gösteren bu insanların özellikle 20. yüzyıl boyunca dünyayı yönettikleri ve uzunca bir zamandır genel kaos durumunun nedenini teşkil ettikleri bir gerçektir.
“Zorba etrafını etkisi altına alır. Halkına rağmen tarihi yönetir, onun bir parçası olur. Kendisini, etrafının DNA’sına kaydettirir. Onsuz yapılamayacağı şeklinde genel kabul görmüş bir kanının serpilmesini ister… Bundan medet umar. İnsan denen siyasi varlık sosyal anlamda kendini organize etmeye çalıştığından beri, birilerinin diğerlerini yönettiğine - ve uçlar için ifade etmek gerekirse ezdiğine - tanık oluruz.”
Günümüzde Kaddafi, Esad rejimleri, Kuzey Kore’de Kim Il Sung ve Birmanya’da Than Shwe… Kısa bir süre öncesine kadar Türkmenistan’da Niyazof, Irak’ta Saddam Hüseyin gibileri... Ve 20. yüzyıl boyunca Hitler’den Stalin’e, Mussolini’ye, Franco’ya… Marcos’tan Mao’ya, Pol Pot’tan Çauşevsku’ya birçokları, değişik coğrafyalarda hep aynı oyunu tezgâhlamışlardır: Halkı ezerek güç ve nüfuz kazanmışlardır…
Bu diktatörlerin ortak paydaları iki önemli unsuru içerir: Kişilik problemleri ve radikal ideolojiler. Bu iki unsurun hangisinin baskın olduğu kişiden kişiye değişir, ancak her durumda karışımı yıkıcıdır… İnsanların aşağılanmaları, toplanmaları, bin tür işkenceye tabi tutulmaları, sürülmeleri, öldürülmeleri; ailelerinin benzer tehditler altında yaşamaları… Toplumların korku ve şiddetle baskılanmaları, sansür ve propagandanın güçlü eli tarafından manipüle edilmeleri, yaratılan bilgi kirliliği içinde debelenmeye mahkûm edilmeleri, hakkın gaspı, hukukun lider tarafından istismar edilmesi…
Neredeyse bu zorba liderlerin tamamı “rayından çıkmış siyasi ve sosyal düzeni toparlamak” için kâh darbe ile başa geçmiş, kâh demokrasinin cömert ve bir o kadar naif sistemi onları iktidara getirmiştir. Yüzyıllardır kral ve kraliçelere veya imparatorlara yakışmış mutlak idarenin, Fransız Devrimi ve ötesindeki Sanayi Devrimi sonrasında tartışmaya açılmış olmasını, geçtiğimiz yüzyıldaki hiçbir Avrupa toplumu, hazmedememiştir. Tıpkı içinden geçmekte olduğumuz taze süreçte hiçbir Arap veya Orta Asya toplumunun hazmedemediği gibi.
“Ben Führer’im!”
Anarşiye sürüklenen toplumların bu anlamda klasik yazgısı totaliter rejimlere sürüklenmektir. Kendini yönetemeyen, seçtiğini sorgulayamayan halkların karşılarında despot rejimleri bulmaları ve liderin kesin idaresine biat etmeleri sıkça rastlanmış, rastlanan ve rastlanacak bir durumdur… Ve o despot kendisini “halkı için vazgeçilmez görür…”
Bakınız bunlardan Hitler kendisini nasıl tanımlıyor:
“Ben yalnızca Kayzer’in (İmparator II: Wilhelm) şansölyesi olan Bismarck gibi bir şansölye değilim. Benim Partim var! Ben Führer’im! Bir Führer hangi niteliklere sahip olmalıdır? Her şeyden önce dillere destan bir ad. Bu yüzden adımı içeren “Heil Hitler” selamını yarattım. Fihrer her zaman kitlelerin gözü önünde olmalı. Tüm kameralar bana çevrildi. Halk attığım her adımı görüyor. Führer bir aktör gibi kitleleri arkasından sürüklemeli…”
İşte bu Hitler’in seçimle iktidara gelmesinde sonra, Meclis yangınını tezgâhladığına ve hemen akabinde bir ‘yetki kanunu’ çıkardığına tanık oluruz. Bu yetki kanunu çerçevesinde, Hitler’e muhalif yüz binlerce Alman toplama kamplarına sürülür. Oranienburg, Buchenwald, Dachau’nun ilk konuklarıdır bunlar… Hitler’e göre, toplama kamplarında zorunlu ikamete tabi tutulanlar “Tanrı tarafından verilen” görevine rıza göstermeyen tutsaklardı. Bunları adaletin süzgecinden geçirmek gibi bir tasası yoktu ve hiçbir zaman olmayacaktı. “Zamanımızı mahkemelerde harcasaydık çok işimiz olurdu. Ben hukukçu beylere güvenemem. Paragraf cambazlarını işe karıştırmadan (…) tutuklamak çok daha pratik. Kendime bu hakkı tanıyorum. Ben kendi kendimin adalet bakanıyım.”
Despotik ideolojiden çılgın varlıklara
Tekrar Le Point dergisine dönecek olursak, şöyle ilginç bir tespit ile karşılaşıyoruz. Mao, Stalin, Hitler ve Pol Pot. Bunlar 20. yüzyılın klasikleri… Bu zorbaların hepsi ‘yeni bir adam’ oluşturmak istedi… Mao ile Pol Pot halkın içinden, Stalin ve Bolşevikleri askeri bir düzenden ve Hitler üstün olduğunu ileri sürdüğü bir ırktan… Ve dönüp baktığımızda despotik ideolojilerinin kendilerini en hafif terimi ile çılgın varlıklara dönüştürdüğünü görüyoruz.
Tasfiye ettiği amansız rakibi Troçki’ye göre Stalin ‘partide ortalama bir adam’dır ve çok da yeterli değildir. Pisliklerini temizlemek zorunda kalmış halefi Kruçev için ise ‘kıyım çılgınlığının pençesinde isterik’ bir kişiliktir. Biyografisini kaleme alan Simon Sabag Montefirore’ye göre Stalin hem son derece entelektüeldir hem de büyük bir katildir. Büyük Katerina’dan o zamana, bilgisi ile parlayan nadir liderdendir. İncil’i de Fransız Devrimi’ni de etüt etmiş ve enine boyuna incelemiştir. Öte yandan, Kafkasların gangsteri gibi davranmaktan geri kalmaz. Mit haline gelmiş bir şiddet ve birbiri ardına geliştirdiği komplolarla halkı sindirir, muhaliflerine aman vermez. Dengesizdir. Bugün göklere çıkardıklarını hemen ertesi gün yerle bir edebilir.
Psikolojik bir vaka olarak Stalin’i incelemek ve ona yalnızca bu yönüyle yaklaşmak, içinde büyüttüğü ideolojiyi es geçmek anlamına gelmemeli. “Devrimin işine yarayacaksa şeytanla bile ittifak kurarım” mantığı zaten, Ağustos 1939’da Hitler ile kendisini bir masa etrafına toplamış ve dünyayı ters köşeye yatıran saldırmazlık paktını imzalatmıştır.
“Ölüm tüm sorunları çözer. Adam olmayınca sorun kalmaz” fikri, Stalin’e atfedilen 20 milyon cinayeti ve 18 milyon sürgünü açıklar. Sadizme yatkın oluşunu inkâr etmemesi de ilginç bir noktadır: “En büyük zevk düşmanını seçmek, ona indirilecek darbeyi hazırlamak, intikamını yudumlamak ve sonra da gidip yatmaktır…”
Günümüzün ürünü diktatörler
Zorba antik çağları çağrıştırır. Despot klasik döneme gönderme yapar. Diktatör günümüzün ürünüdür. Zaman dilimleri değişik de olsa özü aynıdır. Ülkesinde 1969’da Kral İdris’i kansız bir darbe ile deviren ve yönetime el koyan Muammer Kaddafi de yaptıkları ile halkının geleceğini karartmış bir lider. Libya’da aylardır süregelen ve iç savaş boyutlarına ulaşan çatışmalar süresince ve sonrasında ortaya serilenler, onun için de, iktidara tutunmak için her yolun mubah olduğunu gösteriyor.
Uzun ve rakipsiz iktidarı boyunca yaptıkları bugünlerde, olayların tazeliğinden dolayı sözlü ve yazılı basında gündemde. Oysa Muammer Kaddafi kendisini Libya ve Libya halkı için bir kazanç olarak gördüğünü ifade ediyor. Onlara ayların isimlerini değiştirdiği yeni bir takvim sunmuş, oluşturduğu bazı dil teorileri ile, temel kavramların Arapçadan Batı dillerine geçtiğini ispat etmiş: Örneğin, demokrasinin ‘demo – kalabalık’ ve ‘crassi – sandalye’ den türemiş Arapça bir sözcük, Shakespeare’in Şeyh Zübeyir adlı Arap bir dramaturg olduğunu; Amerika’nın adını esasında ‘Amir ( Emir) Ka’ isimli gizemli bir Arap prensinden aldığını ileri sürebilmiştir. Aynı şekilde Trablus’taki Ulusal Müze’de sergilenen Roma devri objelerini Arap uygarlığının parlayan yönü olarak tanımlamış, Koka Kola’nın köklerinin Afrika’dan geldiğini iddia etmiştir. En ilginci ise, sıkı bir antisemit olarak bilinen Kaddafi’nin 2009 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, kendisini Yahudi dostu olarak lanse etmesidir. Son tahlilde, Yahudileri gaz odalarına gönderen batılılar değil midir?
Kaddafi bu anlamda ilk değildir, son da olmayacaktır. Deliliğe yakın davranışları ve elinde tuttuğu iştah kabartan parasal gücü ile, ne yazık ki çok değil birkaç ay öncesine kadar, batılı ülkeler dahil bir çoklarını kendisine bağlı kılmıştır. Bu ülkelerden hiçbiri ondan vazgeçmenin maliyetine katlanamamışlardır. Tıpkı II. Dünya Savaşı’ndan hemen önce İngiliz Başbakanı Chamberlain ile Fransız Başbakanı Daladier’nin Hitler’den vazgeçemedikleri, tüm taleplerine boyun eğdikleri verdikleri gibi…
‘Ölüler Evinden Anılar’ adlı kitabında Dostoyevski Sibirya’daki sürgün yıllarından söz eder. Alan Bullock, eşsiz incelemesi ‘Hitler – Stalin: Paralel Hayatlar’da, Dostoyevski’den bir alıntı yapmış:
“Bir başkasını aşağılamak ve bunu en uç noktasına götürmek için gücünü ve iktidarını kullananlar, bir süre sonra duyguları üzerindeki hâkimiyetlerini yitireceklerdir. Zorbalık bir alışkanlık olarak başlar. Gelişme kapasitesi vardır. Ve sonuçta bir hastalığa dönüşür. İnsanoğlu ve vatandaş bu zorbanın içinde sonsuza kadar ölür. İnsanlığa dönüş, pişmanlık, yeniden yaratılma olanaksız hale gelir.”
Kaynakça:
Le Point Dergisi, 4 Ağustos sayısı
Hitler and Stalin, Parallel Lives – Alan Bullock