Tarihinin en ciddi ekonomik krizlerinden birini yaşamakta olan ABD nereye doğru gidiyor? Kendi iç sorunlarıyla mücadele etmekte olan Amerika 21. yüzyılda lider ülke olma özelliğini sürdürebilecek mi?
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Berlin'i ziyaret edenler şehrin uğramış olduğu yıkım karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Adolf Hitler'in bin yıl süreceğini iddia ettiği Üçüncü Alman İmparatorluğu (Nazi Almanyası) tarif edilmesi çok güç bir harabe halini almıştı. O dönemde Berlin'e giden Amerikalı gazeteci William Shrier, tarihte bu boyutta bir yıkımın daha önce hiç yaşanmamış olduğunu söylemişti. Yine aynı dönemde Almanya'yı ziyaret eden İngiliz yazar Stephen Spender, yıkıntı haline gelmiş olan Alman Parlamentosu ve Başbakanlık konutunun, Roma'da bulunan Kolezyum'un modern eşdeğerleri olacağını ve önümüzdeki beş yüz yıl boyunca dünyanın dört bir yanından ziyaretçi akınına uğrayacağını söylemişti. Ancak bugün Berlin'i ziyaret eden bir kişi, tarihin hiç yerinde saymadığını, ilerlemeye devam ettiğini, bu yıkımdan geriye eser kalmadığını ve şehrin savaş ve bölünmenin izlerini üzerinden attığını görebilir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya'nın yıkıntıları arasından, önce Batı dünyasının, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra ise dünyanın lideri olacak olan bir ülke yükselmekteydi; ABD.
Tek süper güç olarak ABD
ABD'nin önderliğinde Sovyetler’e karşı yürütülen Soğuk Savaş'ın Batı ittifakının üstünlüğüyle sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ABD'nin dünyadaki tek süper güç olarak kalması, Amerikan Çağı’nın zirvesi olarak değerlendirildi. Francis Fukuyama gibi düşünürler tarihin sonunun geldiğini ve liberal demokrasinin kesin bir zafer kazanarak, dünyadaki tartışmasız tek yönetim biçimi olarak kabul göreceğini iddia etti. Ancak herkes için ilerlemeye devam eden tarih ABD içinde yerinde saymayıp, akmaya devam etti. 1990'lı yıllarda hakim olan ABD'deki bu zafer havası günümüzde kendisini çok daha karamsar bir havaya bıraktı. On sene önce ABD'nin dünya liderliğinden emin olan düşünürler, bugün er ya da geç tüm hegemon güçlerin başına gelen şeyin şimdi de ABD'nin başına mı gelmekte olup olmadığını sorguluyorlar; acaba ABD artık dünyadaki lider ülke olma konumunu kaybediyor mu?
Her ne kadar günümüzde daha sıkça tartışılmaya başlansa da, ABD'nin gücünün bir düşüş trendinde olup olmadığı tartışması aslında çok yeni bir tartışma değil. Ünlü tarihçi Paul Kennedy klasikleşmiş eseri olan "Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü" kitabında bu tartışmaya yer verdi. 1987'de yayınlanan kitap, ABD'nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyadaki toplam üretimin yüzde 33'ünü gerçekleştirirken, 1980'lerin sonunda bu rakamın yüzde 20'ye gerilediğini ve dünya üretiminin Doğu Asya'ya doğru kaymakta olduğunu söylüyordu. Kitapta ayrıca bütün süper güçlerin belli bir noktadan sonra kontrol edemeyecekleri kadar genişledikleri, bunun süper güçlerin sahip oldukları kaynaklar üzerinde çok olumsuz bir etki yarattığını ve Vietnam Savaşı ile beraber ABD'nin bu döneme girdiğini belirtiyordu.
ABD'nin gücünün düşüşte olup olmadığı tartışmalarına katkıda bulunan diğer bir yazar da Thomas Friedman. Friedman ABD'nin halen dünyadaki en yenilikçi ekonomiye sahip ülke olduğunu fakat bazı konularda gidişatın iyi olmadığı görüşünde. ABD'deki eğitim alanındaki eksikliklere dikkat çeken Friedman, özellikle matematik alanında ulusal test sonuçlarının günden güne düşmekte olduğunu ve bunun ileride ABD'nin yeterli sayıda ve kaliteli mühendisler ortaya çıkartamamasına sebep olabileceğini belirtiyor. Yeni buluşlar ve teknoloji üzerinde duran ABD ekonomisinin kaliteli mühendisler çıkartamamasının ileride ülke için ciddi sonuçlar doğurabileceğini dile getiren Friedman, ABD için önemli sorunlardan bir tanesinin de yenilenebilir enerji teknolojilerine yeteri kadar yatırım yapmayıp, petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlara bağımlı kalması olduğunu belirtiyor. Friedman bu alanlarda liderliğin diğer ülkelere bırakılmasının ABD için dünyadaki yeni enerji devrimini kaçırmak anlamına geleceğini ve bunun da ülkenin ekonomik ve siyasi gücünü olumsuz etkileyeceği görüşünde.
Bu konudaki literatüre katkıda bulunan diğer bir düşünür ise, Hindistan doğumlu Amerikalı yazar Fareed Zakaria. Yazar, ABD ekonomisinin halen dünyadaki en rekabetçi ve yenilikçi ekonomi olduğu hususunda Thomas Friedman'a katılırken, ABD için asıl tehlikenin 21.yüzyılın süper gücünün siyasi olarak, 18.yüzyılda yazılmış bir anayasaya ile idare edilmeye çalışılması olarak gösteriyor. Zakaria, Amerikan siyasal sisteminin ülkenin karşı karşıya olduğu ciddi sorunları çözmek için gerekli olan geniş koalisyonları ortaya çıkartmakta yetersiz kaldığını belirtiyor. Bu konuda, son dönemlerde Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti arasında giderek artan ideolojik farkların, iki partideki siyasetçilerin de gözlerini kör ettiğine değiniyor Zakaria. İki partideki siyasetçilerin de ABD'nin çıkarlarını bir kenara bırakıp, ülke çıkarlarına zararlı olsa bile ellerinden geldiğince diğer partiye zarar vermeye çalıştığı da yazar tarafından dile getiriliyor.
ABD'deki iç siyasal konsensüsün kaybolmakta olduğunu ve bunun ABD'yi küresel bir güç olarak düşüşe sürükleyeceğini belirten diğer bir düşünür de Paul Krugman. Krugman yapmış olduğu araştırmada ABD tarihindeki en istikrarlı ekonomik büyüme rakamlarının, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Eisenhower Yönetimi döneminden Richard Nixon Yönetimi dönemine kadar olan zaman aralığında kaydedildiğini vurguluyor. Krugman aynı dönemin, ABD tarihinde iki büyük siyasi parti arasındaki siyasal konsensüsün en yüksek olduğu dönem olduğunu belirtiyor. Bu dönemde ABD Kongresi'nden geçen yasaların hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Partinin en yüksek katılımı ve lehte oy kullanımıyla kabul edildiğinin altını çizen Krugman, ABD'deki bugünkü durumun ise bunun tam tersi olduğunu söylüyor. İki partinin ideolojik olarak birbirinden çok uzak olduğu ve ülkenin hem iç hem de dış politikada kaderini belirleyecek çok önemli konularda dahi, iki partinin ortak çalışmayı reddederek bir türlü uzlaşamadığı Krugman'ın altını önemle çizdiği konular arasında yer alıyor.
Peki, tüm bunlar ne anlama geliyor? Eğitim sisteminde baş gösteren sorunlar, son dönemlerin en ciddi ekonomik kriziyle boğuşmak, Afganistan ve Irak savaşlarında harcanan milyarlarca dolar ve iç siyasal sistemin ülkenin sorunlarına gerekli çözümleri üretecek esneklikten yoksun olması ABD'nin hegemon güç olma vasfını kaybettiği anlamına mı geliyor?
Ünlü İngiliz tarihçi A.J Taylor, büyük güç olmayı savaş kazanabilme kapasitesi olarak tanımlar. Günümüzde büyük güç olmak için bu tanımın yeterli olmadığı konusunda geniş bir konsensüs var. Ancak geleneksel olarak büyük güç olmanın kriteri sayılan askeri güç konusuna bakıldığında ABD'nin halen askeri harcamalar söz konusu olduğunda dünya lideri olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. ABD savunma harcamalarında kendisinden sonra gelen 14 ülkenin toplamından fazla harcama yaparak halen bu konuda lider ülke konumunda bulunuyor. Ekonomik ve siyasi olarak ise, devletlerarası sistemin tek bir hegemonun kontrolünden çıkıp, birden fazla güç merkezine doğru evrildiği görüşü Paul Kennedy'de dahil birçok uzman tarafından dile getiriliyor. Ancak bu konuda da, bu evrimin daha çok başında olduğumuz ve ABD'nin tüm sorunlarına rağmen yapısal olarak girişimciliği ve yeni buluşların ortaya çıkmasını teşvik eden ekonomisi sayesinde, yakın gelecekte de başat ülke olma konumunu sürdüreceğini iddia eden uzmanların sayısı hiç de az değil.
Kaynakça
Rise and Fall of the Great Powers, Paul Kennedy, 1987
The World is Flat, Thomas L. Friedman, 2005
The Conscience of a Liberal, Paul Krugman, 2008
The Post American World, Fareed Zakaria, 2009