İsrail – Filistin anlaşmazlığı Ortadoğu’nun istikrarını en çok etkileyen, sebep sonuç ilişkileri bağlamında kafaları en çok meşgul eden sorun… Çok yakında yüzüncü senesini dolduracak ve bugüne dek “çözümsüzlüğün çözüm” olarak dikte ettirildiği bu açmaz, esasında ekonomik ve stratejik anlamda son derece önemli olan bu bölgenin üzerinde oynanan oyunların doğal bir sonucunu ifade ediyor.
• Arap Baharı ile birlikte siyaseten bölgede gücünü yitiren Mısır’ın yerine doğrudan müdahil olan ve Ortadoğu’daki Arap toplumlarının modeli rolünü üstlenen Türkiye’nin buradaki en önemli - sessiz - rakiplerinden biri Avrupa Birliği. Foreign Affairs dergisi son sayısında Avrupa’nın Filistin Sorunu’nu masaya yatırmış. Rory Miller(1) imzalı yazının bir bölümünü yayınlıyoruz.
Aksak topal devam eden bir barış sürecinin ortasında, İsrail ve Filistinli siyasetçilerin mutabakata vardıkları pek az konudan biri, ABD Başkanı Barack Obama’nın politikasındaki kararsızlıktır. Obama’nın başkanlık döneminin hemen başında, İsrail’in yerleşimleri dondurması talebi ve geçtiğimiz Mayıs ayında barış görüşmelerinin 1967 sınırlarını esas alınarak yapılması gerektiği yönündeki beyanı, İsrailli karar alıcıları kızdırmış durumda. Öte yandan, Filistinli idareciler de, Obama’nın 2009 yılında, göreve geldikten kısa bir zaman sonra Kahire’de yaptığı konuşmanın içeriğine sadık kalmadığını, bu anlamda Filistin’in hukuki zemine dayandırılmış bir devlet olarak kabul edilmesine destek vermediğini ve İsrail’i, yeni yerleşimlerin dondurulması konusunda zorla(ya)madığını düşünüyorlar.
Bu durumda, Arap Birliği eski Genel Sekreteri Amr Musa gibi birçok uluslararası kişilik AB’nin daha etkin rol oynamasını ve barış sürecine katkıda bulunmasını talep ediyorlar. Örneğin, mayıs ayında yapılan bir toplantıda Ürdün Kralı Abdullah, AB’nin “barış sürecinde karşılaşılan engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik daha aktif olması…” gerektiğinin altını çiziyor.
Esasen AB’nin siyasi ve diplomatik liderlerinin böylesi cesaretlendirici beyanlara ihtiyaçları yok. Ortadoğu’da yaşanan sorunun çözülmesine katkıda bulunmanın hem hakları hem de görevleri olduğunun bilincindeler. Geçtiğimiz sene, dönemin Fransız Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner ile İspanyol meslektaşı Miguel Angel Moratinos, yayınladıkları ortak bir bildiride, AB’nin “etkin rol oynaması gerektiğini, çünkü hem İsrail’in hem de Filistin Özerk Yönetimi’nin (FÖY) dostu olduğunu, ondan öte kendi güvenliğinin de bunu gerektirdiğini” ifade etmişlerdi.
Ortadoğu’ya finansal destek
Ancak bir problem var: Ne AB ne de üye ülkeleri bu görevi yerine getirmeye ehil değiller. ABD Başkanı’nın etkin olup olmamasından bağımsız, AB, Ortadoğu denilince, ABD’nin gölgesinde kalacak gibi gözüküyor. Barış sürecini etkilemek yerine, belki de AB’den beklenmesi gereken bugüne dek yaptığından değişik olmamalı: Filistin’in bir devlet olma yolundaki altyapı çalışmalarını parasal anlamda desteklemek… Bu yolla, AB Filistin topraklarındaki ekonomik gelişmenin takipçisi olacak ve İsrail – Filistin barışına, dolaylı da olsa katkı sağlayacaktır.
AB içinde, Ortadoğu’da iki devletli bir modelin çözüm olarak hayata geçmesinin bölge için ve AB’nin kendisi için yaşamsal önemde olduğu şeklinde bir mutabakat var. Eski AB Dışişleri Şefi Javier Solana’nın teyit ettiği gibi bu, Avrupa’nın güvenliği için de önemli. Avrupalı liderler, Ortadoğu’daki çatışma ve gerilim durumunun, bölge ile en fazla ticareti yapan ve enerji konusunda en büyük müşterisi olan AB’yi son derece olumsuz etkilediği görüşünü paylaşıyorlar. Çatışmanın aynı zamanda, Avrupa’da hızla yükselen Müslüman nüfusu yabancılaştırdığını ve radikalleştirdiğini de düşünüyorlar. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile olan görüşmesinde, Alman Başbakanı Angela Merkel, Ortadoğu barışının hem Almanya hem de AB için olan öneminin altını çizerken, bunun artık “her şeyden daha acil olduğunu” da söylemeyi ihmal etmedi.
Bu tespitlerden hareket ederek AB’nin dışişleri ile ilgili yetkililerin İsrail - Filistin barışını gündemlerinin ilk sıralarına koymalarına ve bunu stratejik bir öncelik olarak tanımlamalarına şaşırmamak gerek. Dışişleri Bakanı konumundaki Catherine Ashton, İsrail – Filistin barışını bölgesel istikrarın anahtarı olarak tanımlıyor. Birçok AB ülkesi, İngiltere, Almanya ve en son Fransa da bölgesel barışın tesisi için kendi planlarını ortaya atıyorlar.
İsrail – Filistin barış sürecine olan AB katkısı yeni bir şey değil. Oslo görüşmelerinin başlamasından bu yana AB Filistin Özerk Yönetimi’nin en önemli maddi destekçisi olmuş: FÖY’ün gelirlerinin yüzde 50 – 55’i buradan sağlanıyor. Avrupa Komisyonu ve AB ülkeleri her yıl FÖY’e 1,5 milyar dolar kaynak aktarıyorlar. Son olarak AB, Filistin Başbakanı Salim Fayad’ın, “devlete giden yolda kurumsal altyapının oluşturulması ve güçlendirilmesi” çerçevesinde giriştiği çalışmaları finanse etmiş durumda. 2010 yılında Fayad’ın bu çalışmalarına ABD’den 200 milyon dolar, Japonya’dan 100 milyon dolar destek gelirken, AB’nin katkısı 430 milyon dolar olmuş. Öte yandan, AB’nin İsrail ile de çok sıkı ekonomik ve ticari bağlar oluşturduğunu eklemek gerek. Bugün AB İsrail’in bir numaralı ticari partneri durumda ve aralarındaki iş hacmi, 2009 verileri dikkate alınacak olursa, 30 milyar dolara yakın.
AB’nin fikir birliği ve fikir ayrılıkları
Filistinliler ve İsrail arasındaki bu ekonomik yakınlığına rağmen AB bölgede siyasi bir arabuluculuk yapacak, barış sürecine bu anlamda katkıda bulunacak durumda değil. Bölgede hissedilen katkısı ile oynamakta olduğu siyasi rol arasındaki uçurum AB yöneticilerini sık sık avlayan önemli bir çelişki niteliğinde.
AB’nin Ortadoğu’da etkin siyasi bir rol üstlenememesinin en önemli nedenlerinden biri, birliği oluşturan 27 ülkenin konu ile ilgili olarak yalnız bir noktada anlaşıyor olması: İsrail ile Filistin arasında ivedi bir barışın sağlanması ve gerilimin sona erdirilmesi. Ondan öte, ulusal çıkarlar, bölgesel kıskançlıklar ve iç siyaset dinamikleri, üye ülkelerin tek vücut halinde hareket etmesini olanaksızlaştırıyor. Bu da barış ile ilgili somut bir siyasetin ortaya çıkmasını engelliyor. Üye ülkeler örneğin, Fransa’nın barış görüşmeleri düzenlemesine, bölgedeki nüfuzunu diğer ülkelere oranla arttırabileceği endişesi ile engel oldular. Bu arada, batı Avrupa ülkelerinde her yıl gelişen Müslüman nüfusun iç siyaseti baskı altına aldığı ve İsrail – Filistin anlaşmazlığında ibreyi Filistin’den yana çevirmeye başladığını, İsrail karşıtı söylemlerin ve görüşlerin giderek ses kazandığını da eklemekte yarar var.
AB’nin en önemli başarısızlığı aslında, hem İsraillileri hem de Filistinlileri, ABD’den daha iyi bir arabulucu olabileceği konusunda ikna edememiş olmasıdır. İsrail’e göre Brüksel’in verebilecekleri ile Washington’un sundukları mukayese kabul edilemeyecek düzeydedir. Birbiri ardına göreve gelen İsrail hükümetleri ABD’yi destekçileri ve Araplarla ile olan ilişkilerinde güvenebilecekleri, etkili bir partner olarak görmüşlerdir. Örneğin, Şubat ayında Obama yönetimi İsrail yerleşimlerinin durdurulmasını öngören bir BM Güvenlik Konseyi girişimini veto etmiştir. Kısa bir süre önce ise ABD, Filistin Özerk Yönetimi’nin içinde bulunduğumuz Eylül ayında BM’de resmen tanınması çalışmalarına karşı olduğunu açıklamıştır. Bu Netanyahu ile Obama arasındaki gerginliğe rağmen olmuştur.
Avrupa’da İsrail karşıtı tavır
Avrupalıların zaman zaman İsrail’e karşı tavır alıyor olmaları bu ülkeyi yönetenler için şaşırtıcı değildir. 1967 savaşından hemen önce, Fransız Başkanı Charles de Gaulle’ün ani bir manevra ile İsrail’i desteklemekten vazgeçmesi ve Araplar lehine bir tavır sergilemesi halen hafızalarda canlılığını korumakta. Son dönemlerde İsrail Avrupa’da giderek artan antisemitizmden ve AB’nin İsrail’in güvenliğine hassasiyet göstermemesinden şikayetçi. İsrail kamuoyunun şüphelerini, AB – İsrail ekonomik ilişkileri veya İsrail’in AB’ye girme hevesi bile geçirmiş değil.
Avrupa’nın yolu Filistinliler nezdinde de çok parlak değil aslında. Avrupa Birliği’nin Filistin davasına olan katkılarına müteşekkir olan Filistin Özerk Yönetimi, kendisine bu denli büyük maddi destek sağlayan AB’nin, İsrail’e taviz verme noktasında yeteri kadar baskı yapamadığı görüşünde. Bu durum da sokaktaki adamı Avrupa’dan soğutmakta ve AB’yi güçsüz göstermekte. Filistinli karar vericiler bu aşamada, ABD’nin de sıkışmakta olduğunu fark ediyorlardır. Kesin hatlarla konuşan ve duruşundan pek de taviz vermek istemeyen bir Netanyahu’nun karşısında politika üretmekte sorun yaşayan Obama yönetiminin bazı geri adımlar atması, onları sıkıntıya sokuyordur muhakkak ki. Ancak, Washington’un İsrail’in her alanda – stratejik, ekonomik, diplomatik – en etkin partneri olması bakımından hala onu taviz koparma noktasında en fazla baskılayacak güç olduğunu da biliyorlar. Bundan dolayıdır ki Bill Clinton yönetiminin son demlerinde, Filistinli tecrübeli siyasetçi Nebil Shaat, Amerikan – İsrail ve Amerikan – Filistin ilişkilerinin bileşkesinin barışa giden yolda en etkin güç olduğunu ifade etmişti. Yine bundan dolayıdır ki, geçtiğimiz Nisan ayında, Filistin’in BM’deki temsilcisi Riyad Mansur, ABD’nin kalın harflerle formüle edilecek öncülüğünün “siyasi süreci yeniden tesis edebilecek en önemli etken” olduğunun altını çiziyordu.
(1) Rory Miller Londra King's College'da Ortadoğu ve Akdeniz araştırmaları Merkezi müdürü olarak görev yapıyor