Lizi Behmoaras’ın son kitabı raflarda Hayatı özel kılan ‘aşk’tır ve âşık olacağımız kişiyi aklımız değil kalbimiz seçer. Liz Behmoaras, 1940’lı yıllarda geçen son romanı ‘Sevmenin Zamanı’nda, her türlü baskıya rağmen yüreklerinin sesini dinleyen tıp fakültesi talebeleri Frida ile İsmail’in yaşadıkları büyük ama bir o kadar da bedel ödeten aşklarının hikâyesini anlatıyor. Yazarla son kitabını konuştuk
Bir tarafta sevdiğin ve kalbin aşk diye direnen sesi, diğer tarafta ailen ve kimliğini oluşturan kültürünle dinin. Ne kadar tanıdık bir öykü değil mi? Hiçbir zaman galibi olmayan dünyanın bu en eski mücadelesi, 21. yüzyılda hâlâ güncelliğini korumakta…
Sizi otobiyografik romanların yazarı olarak tanıdık. ‘Sevmenin Zamanı’ ise bir kurgu; konu beyninizde nasıl şekillenmeye başladı, hazırlık sürecini nasıl yaşadınız?
Hikâye daha Suat Derviş’i hazırlarken kafamda şekillenmeye başlamıştı. Bu amaçla, kırklı yıllarda, bazısı iyi sonuçlanan, bazısı ise hüsranla son bulan ‘zor aşklar’ yaşamış insanlarla görüşmeler yapmaya, o yıllar hakkında da bilgi toplamaya başladım. Yazmaya koyulmam bu kez her zamankinden fazla zaman aldı. “Olmuyor, olmayacak…” diye söylenip duruyordum hatta. Ancak yazmaya koyulunca su gibi aktı. Bir yıldan az bir sürede tamamladım. Bu benim için tam bir rekor.
Neyi niçin yazmak istediğimi ben de tam olarak çözemiyorum. Belli bir konuya, insana, bazen yöreye ilgi duyuveriyorum ve onu yazmak bana keyif veriyor. İtiraf etmem gerek ki, ilgi duyduğum konu okuru da ilgilendirir mi sorusu, bende hep ikinci plandadır; dolayısıyla piyasaya bir ‘best seller’ sürmem zor. Ancak tesadüf eseri olabilir.
Zaman kavramı bu romanın üçüncü kahramanı adeta...“Hayatta her şeyin bir zamanı vardır” cümlesinin içinde, yazarın söyleminin aksine kaderciliğin hiç mi payı yoktur; yaşamın ipleri sadece onu sürdürenin elinde midir, boş defteri gerçekten istediğimiz gibi doldurabilir miyiz?
Bence evet ya da nerdeyse evet diyelim. Tamamen kontrolümüzün dışında iyi ya da kötü olaylar var diyeceksiniz, tamam, ama onlara verdiğimiz tepkilerle, zaman denen o boş defteri dolduran yine bizler oluyoruz, hepimiz farklı farklı şekillerde… Zaman görecelidir ayrıca, onu dolu dolu yaşamamıza ya da boş bırakmamıza göre uzar, genişler ya da daralır, kısalır… Romanımı yazarken bu görecelik o kadar bariz şekilde karşıma çıktı ki… Kahramanlarımın her birinin yaşamında önem taşıyan bir yılbaşı gecesi, 1942’ye girilen gece ve ertesi gün sayfalarda kocaman bir zaman dilimi olarak yer aldı. Buna karşılık bir buçuk yıllık bir süre iki satıra sığdı. Bu kendiliğinden oldu ve ben romanın daha dengeli bir ‘mimarisi’ adına müdahale etmek istemedim… Keza bölümler. Adeta kendi kendilerini ‘zaman’lara göre ayırdılar. Susmanın zamanı, konuşmanın zamanı, nefret etmenin zamanı, yıkmanın zamanı, inşa etmenin zamanı… Ve bizzat romanın başlığı olan ‘Sevmenin Zamanı’.
İsmail’in ailesinin Yahudiler hakkındaki küçültücü ön yargıları, Frida’nın babasının bu ilişkiye gösterdiği tavizsiz direniş... Farklı din mensuplarının evliliği genel olarak hâlâ güncelliğini koruyan bir sorun iken sizce aşk her engeli aşabilir mi?
Zaten kırılgan olan aşka büyük engeller kocaman bir yük eklemiş olur. Ama o aşkı yaşayanlar, tüm engellere inat, ona dört elle de sarılabilirler.
Okuyucu romanda her şeye direnen bir aşka tanıklık ederken o dönemin kozmopolit İstanbul’una ve Türkiye’nin yakın tarihine de göz atma fırsatı buluyor. Dönem romanı kaleme almak bir yazar için nasıl bir deneyim?
İlk deneyimim değil. Hatırlarsanız üç biyografım de bu dönemi kapsıyordu, belki biraz daha az etraflıca… O yılların, bellekleri pırıl pırıl olan birçok tanığıyla konuşabildiğim, onlardan birçok ince ayrıntı alabildiğim için çok şanslıyım. Dönemin gazeteleri, beni filmler, gösteriler, önemli siyasi olayların yanı sıra önemsiz ama romana renk katan ‘atmosfer’ oluşturan olaylar hakkında bilgilendirdi. Tanpınar’ın bazı eserlerini yeniden okudum. Ayrıca bol miktarda da fotoğrafa baktım, her zaman yaptığım gibi. Yine de bu kitaba son noktayı koyduktan sonra, “Artık yeter” dedim. Artık gözümle görmediğimi, elimle yoklamadığımı anlatmaktan bıktım… Sağa sola telefonlar ederek ya da internette telaşla gezinerek, o tarihte şu semtle o semt arasında tramvay hattı var mıydı yoksa raylar sonraki yıl mı döşenmişti, sandviç denen yiyecek türü bilinir miydi, bilinse fiyatı neydi ve nerede satılırdı… gibi sorulara cevap aramaktan bıktım. Bundan sonraki eser mutlaka günümüzde geçecek.
Tıp dünyası bu romanın olmazsa olmaz bir parçası; yazdıklarınızın ışığında herhalde siz de artık yarı doktor olmuşsunuzdur diye düşünüyorumJ. Bu konuda nasıl destek aldınız?
Okumadan, kulaktan dolma bilgilerle, değil yarım, çeyreğin çeyreği kadar doktor olunamaz tabii. Şaka bir yana, kahramanlarımın hayatının ayrılmaz parçası olan bu konu hakkında, o yılların tıp fakültesinde okumuş, tıp eğitiminin, mesleğinin savaş yıllarında daha da artan bin bir zorluğunu göğüslemiş hekimlerle konuştum. Kimi ilk anatomi dersinde, ilk ameliyatında neler hissettiğini anlattı, kimi fakültede geçen eğlenceli küçük olayları aktardı, kimi hocalarını yâd etti, fotoğraflar gösterdi, giydikleri giysileri tasvir etti. Ayrıca yazı süreci boyunca başucumdan ayırmadığım iki kitaba da sık sık başvurdum. Biri anı, diğeri roman, her ikisi de kırklı yılların tıp dünyası hakkında pek çok bilgi sağladı, eski ameliyat tekniklerinden tutun şimdi nerdeyse kaybolmuş olan hastalıkların adları ve tedavi yöntemlerine kadar… Bunca uğraş vermeme rağmen bunca zor bir konuda yine de hatalarım olmuş olabilir. Kendimi sürekli olarak ip üstünde yürüyen ve her an ayağı kayabilecek olan biri gibi hissediyordum.
Romanın finali bana sanki devamı gelecekmiş intibasını uyandırdı, ayrıca çiftin sonraki yaşamını da merak ediyorum şahsen. Öyle bir düşünceniz var mı?
Hayır, roman bitti ve konu kapandı. Devam edecek izlenimini vermiş olabilir, sebebi onu özellikle ve bariz bir şekilde bağlamamış olmam. Çünkü hikâyeyi bitirmiş olsam da kahramanlarımın hayatı devam ediyor, devran dönüyor ve Hz Süleyman’ın bize dediği gibi, “şimdi ne oluyorsa geçmişte de oldu, ne olacaksa daha önce de olmuştur, dün olan şeyler bugün de oluyor, yarın da olacaktır.”
Roman beni bir anne olarak hüzünlendirdi; Bronia veya Samuel Şulman’ın yerinde olsam ne yapardım diye düşündüm. Siz kendi payınıza nasıl bir mesaj vermek istediniz okura?
Aslında mesaj verme kaygısında olmadım yazarken, belli bir zaman dilimi içinde yaşanmış olan, zor, dahası acıklı bir durumu anlatmak istiyordum, hepsi bu… Mutlaka bir mesaj almak istiyorsa insanlar, bu türden bir olayı dram gibi algılanmasının yararsızlığı üzerine düşünebilirler. Tekrar ediyorum, ne o yönde ne de bu yönde mesaj verme niyetindeyim. Her insan olaya vicdanına, inancına, görüş açısına göre yaklaşır. Yeter ki büyük acılar yaşanmasın.
Günümüzde boşanmayla sonuçlanan aynı din evliliklerinde sorun genelde çiftin kişisel olarak anlaşamamasından doğarken, farklı din birliktelikleri, ailelerin uyuşmazlığından, ortak bir kültür ve gelenekten yoksun olmalarından sona eriyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tamamen katılıyorum. Ayrı din beraberinde farklı bir kültür, farklı bakış açıları, yaklaşımlar, tepkiler getirdiği için kanımca her şeyi kesinlikle daha çok zorlaştırır. Ancak önceki cevabımda dediğimi tekrar edeceğim, bazen böyle bir evliliğe inadına daha çok özen gösterir her iki taraf… Herkese, adeta bütün dünyaya haklılığını göstermek istercesine…
Tuna Saylağ