Her insanın yüreğinde saat gecenin üçüdür

“Saat gecenin üçünde kendi yüreğinle, kendi hayatınla ve kendi geçmişinle baş başa kalıyorsun. O baş başa kalmanın düşündürdüklerini şiirle, öyküyle ifade etmeyi daha kolay buluyorum ben.”

Rita ENDER
14 Aralık 2011 Çarşamba

Roni Margulies bir öykü kitabı yazdı, ismini de ‘Ya Seyahat!’ koydu. Buradaki öykülerinde, İstanbullu olmayı da anlattı, ölümün hissettirdiklerini de. Dostluktan da bahsetti, gitmekten de, sevmekten de. Hem vatandaşlar arasında yabancı olma durumundan dem vurdu, hem bireysel memleketleri yaratma halinden. Fakat sonunda hepsini birleştirdi: Gecenin gündüze yaklaştığı bir seyahat saatinde, Albert Camus’nun ‘geçmiş’ adını verdiği ülkede her şeyi birbirine bağladı ve başka sorular sormaya başladı…

Bu sorular ve öyküleri üzerine Roni Margulies ile söyleştik.

Kitabın önsözünde, düzyazı ve şiir yazmanın sizin için ne demek olduğunu anlatıyorsunuz, ikisini karşılaştırıyorsunuz. Düz yazılarınızla bu öyküler arasında bir fark var mı?

Orada yapmaya çalıştığım ayırım, aslında şiirle öykü arasındaki ayırımdı da. Türkiye’nin edebiyat dünyasındaki şiir geleneğine göre, şiirin anlamı biçiminden çok daha önemsiz. Ortadoğu’da yaygın bir anlayış bu. Önemli olan, güzel kelimeler kullanmak, güzel dizeler yazmak, güzel kelime oyunları yapmak… Anlamsa o kadar önemli değil, hatta Türk edebiyatında çok ciddiye alınan bazı isimler, “şiirde anlam aranmaz” bile demişlerdir. Buna karşılık, düzyazı için kimse böyle demez tabii. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Bu, benim edebiyat anlayışıma tamamen aykırı, benim edebiyat anlayışım çok daha Anglosakson edebiyat anlayışına yakın. 

Nasıl bir anlayıştır bu?

Anglosakson gelenekte ne düşünüyorsan onu söylersin, uzun etmezsin. A, B, C; demek ki D; bunu cart diye, mümkün olan en net, en keskin şekilde söylersin. Bir örnek vereyim, Türkiye’de pek çok köşe yazısı şöyle başlar: “Herkesin bildiği gibi…”  Herkes biliyorsa niye söylüyorsun! Onu varsayıp, herkesin bilmediği ve senin söylemek istediğin ne varsa onu söylemen gerek. Bu bir. İkincisi de şu; gazete yazısı ilginç bir şey söylemeli. Yoksa okuyucu yazının üç-beş satırını okur, sonra da sayfayı çevirir.  Yazıyı okutturman için herkesin bildiği olmayan bir şeyi, ilginç bir tarzda söylemen gerek. Keskinlik, benim biraz bilinçli olarak bu amaçla kullandığım bir şey. Ama şu da doğru, çok öfkelendiğim birçok şey oluyor bu memlekette! Güncel siyasi yorum yazıları yazınca, beni öfkelendiren çok şey olduğu için bazen farkında olmadan da keskin dil kullanabiliyorum. Ama tümüyle bilinçsiz, öfkelendiğim için böyle bir dil kullandığım olmaz. Bir saat önce Hrant Dink’in katillerinin duruşmasındaydım. Bunun verdiği öfkeyle, ırkçılığın verdiği öfkeyle, derin devletin işlediği sözde faili meçhul cinayetlerin verdiği öfkeyle böyle bir dil kullanıyorum. Ama eve döndükten sonra, akşamın geç bir saatinde insan kendisiyle ve hayatıyla baş başa kalıyor… O zaman, gündüz öfke duyduğun şeyler yok olmuyor, ama belki hayatının daha kişisel, daha bireysel, daha egzistansiyel (varoluşçu) bir yanı ile yüz yüze kalıyorsun. Scott Fitzgerald’ın çok güzel bir lafı vardır: “Her insanın yüreğinde saat gecenin üçüdür.” Saat gecenin üçünde kendi yüreğinle, kendi hayatınla ve kendi geçmişinle baş başa kalıyorsun. O baş başa kalmanın düşündürdüklerini şiirle ifade etmeyi daha kolay buluyorum ben. Öyküler de böyle, onlar da benim hakkımda. Hepsi otobiyografik değil, bazıları öyle, ama öyle olup olmadığını okuyucu bilmek zorunda değil. 

Kitaptaki her öyküde bir insanın dünyada yaşayabileceği en yoğun duyguların anlatımı var; ölüm gibi, gitmek gibi, sevmek gibi... 

Gece 3’te bu oluyor işte! Gece 3’te özellikle de biraz içkiliysen, “Nereden geldim, şu anda neredeyim, bundan sonra ne yapacağım” gibi düşünceler ağır basıyor. Benim yaşıma gelince, insan bunu daha fazla düşünmeye başlıyor, çünkü kalan zaman azalmış oluyor. Babam, benim şu anda olduğum yaştan 4 yaş sonra öldü. Benim bunu düşünmemem mümkün değil! Tabii ki onunla aynı yaşta öleceğim diye bir şey yok, ama bu insanın aklına gelmiyor olamaz.

Babanızın ölümü ile ilgili başka türlü bir anlayışınız var. Onu bir daha görmeme fikrinden farklı olarak, ‘yersiz yurtsuz’ kalmak gibi bir algı var sanki...

Evet, bunun çok kişisel bir yanı var. Büyükbabam 1925’te Türkiye’ye gelmiş, ondan öncesini çok soğuk bilgiler olarak biliyorum. Polonya’da doğmuş, I. Dünya Savaşı’nda Avusturya-Macaristan ordusunda teğmen olarak savaşmış, Viyana Üniversitesi’nde okumuş. Aşağı yukarı bunlardan ibaret bildiklerim. Babam burada doğmuş, sonra ben. Büyükbabamla babam iki yıl arayla öldüler ve ben bir anda “Ben kimim?” dedim. Tarihim silindi gibi hissettim.

‘Vatandaşlar arasında yabancı’ olmakla mı uğraşamazsınız? ‘İstanbul’un Yerlileri’ adlı öykünüzde diyorsunuz ki; “ Sorun yabancı olmak değil, yerliler arasında yabancı olmak. Anavatanım İstanbul’da hepimiz yabancıydık. Yabancılar arasında yaşamayı seviyorum ben, vatandaşlar arasında değil.”

Benim hiçbir ülkede vatandaş olmadığım kendi kafamda çok açık. Çocukluğumda durum şuydu; evde Fransızca konuşuluyor, anne tarafında büyükbabamlar Ladino konuşuyor, baba tarafımda büyükbabamlar Rusça konuşuyor. Ben Türkçe konuşuyorum ve İngiliz okuluna gidiyorum. Yani, bu kültürü ‘Türk kültürü’, ‘Türkiye kültürü’ olarak ifade etmek mümkün değil. ‘Yahudi kültürü’ hiç değil. Başka bir şey olarak da ifade etmek mümkün değil. Çok karmaşık! Onun için “Ben İstanbulluyum” diyorum. Türk zaten değilim, ama Türkiyeli olduğum da doğru değil. Yani Adıyaman ile ne alakam var benim? Tamamen İstanbul’un yarattığı bir kültür, içinde ayrıca kendine özgü yanlar var. Bu benim açımdan bir zenginlik.

Türkiye dışındayken bu zenginlikleri nasıl algıladınız?

Çok uzun yıllar İstanbul özlemiyle yaşadım. Gidişim 1972, internet yok, faks bile yok. Sayfalarca mektup yazardım arkadaşlarıma ve sayfalarca mektup gelirdi. Her sabah kalktığımda ilk iş, kapıya gidip mektup geldi mi diye bakardım. Yıllarca sürdü bu, sonra alıştım. Özlememeyi öğrendim, çünkü özlem bir zaman sonra sevimsiz ve adeta hastalıklı bir hale geliyor. Ben şimdi hiçbir şeyi özlemem, özlem duygusu gitti benden. Sevgilimden altı ay ayrı kaldığım zaman onu görmek isterim elbet, ama içimde yakıcı bir özlem hissetmem.

Yabancı yerde tanıdık eşyalarla olmak ne hissettirir? Bu kitabınızda bir koltuğun hikâyesi de var…

Babamın koltuğu! İnsan nereye giderse gitsin sürekli kendi küçük mekânını, ‘bireysel memleketini’ yaratıyor. Ben bunu hemen yaparım, rutinlerim oluşur. Bu, sipere çekilmek gibi bir şey. Gece eve döndüğüm zaman sipere çekiliyorum. Hayatımda bir kadınla aynı evde yaşamadım. Nedeni bu. Burası benim siperim. Başkası gelip gidebilir, ama burası onun da siperi olamaz!

Siperli-sipersiz sevmek... Öykülerden birinde demişsiniz ki; “…basitçe sevmeyi hiç beceremedim... Salt duygu düzeyinde yaşayıp doğru dürüst tadını çıkarmayı, kurcalamamayı, kaşımamayı, sorgulamamayı, düşünmemeyi beceremediğim gibi…”

Belki de her şeyi sorgulayan bir kafa yapım olduğu için sevmeyi de sorguluyorum. “Gönül ferman dinlemez” derler. Böyle bir şey yok, dinler. “Ben bu kadını neden seviyorum, ne kadar süre daha seveceğim?” diyorum birini sevdiğim zaman. Hiçbir zaman toplumun dayatmalarını doğru varsayıp kabullenmedim. Bunu söylerken “çok mükemmel bir adamım” demeye çalışmıyorum. Elbette ben de etkilendim toplum baskılarından, ama hep düşündüm, her zaman sorgulamaya çalıştım. 25 yaşında sevgilisi olan bir gence, “Evlilik ne zaman?” diye sorulmasının bir çeşit baskı olduğunu fark ettim. O yaşta evlenmeyi düşünen birinin bütün ömrünü o kadınla geçirmek isteyip istemediğini de sorgulaması gerektiğini düşündüm ve bunu hep yapabildim. Ha, bazen “keşke yanımda biri olsaydı” demiyor muyum… Diyorum, ama bazı bedelleri ödemeyi zaten göze almak gerek…