Beyzboldan bir başarı öyküsü

“KAZANMA SANATI” iki ünlü senaryo yazarı ile Brad Pitt’i bir araya getiriyor.

Viktor APALAÇİ
21 Aralık 2011 Çarşamba

ABD’nin ulusal sporu beyzbol üzerine bir takımın başarı hikâyesini anlatan filmin önünde önemli bir handikap var: Amerikalılardan başka kimsenin anlamadığı, kurallarını dahi bilmediğimiz beyzboldan bahsetmesi. Bir zamanların ünlü oyuncusu, efsanevi menajer Billy Beane’in devrim sayılan yöntemi, gerçeklik duygusu ağır basan, sakinliğiyle öne çıkan bir spor filmi formatı içinde anlatılıyor. Oyuncuların gerçek değerini internette hesaplayan, bilgisayar dehası yardımcısı ile, sisteme karşı gelme cesaretini gösteren Billy’yi Brad Pitt başarıyla canlandırıyor. Spor alanında kapitalist sistemin açıkgözlülüğünü sergileyen film ABD toplumuna eleştiri getiriyor.

Oscar’a şimdiden aday gösterilen Brad Pitt, “Capote” filminin yönetmeni Benneth Miller ve iki ünlü senaristi (Aaron Sorkin-Steven Zaillian) bir araya getiren “Kazanma Sanatı / Moneyball), Hollywood’un çok sevdiği ‘başarı öyküleri’nden birini anlatıyor.

Oscar Ödüllü “Sosyal Ağ” ve “Birkaç İyi Adam”ın senaristi Aaron Sorkin ile “Schindler’in Listesi” ve “New York Çetesi” gibi başyapıtların senaryo yazarı Steven Zaillian, ABD’nin ulusal sporu beyzbol üzerinden bir takımın başarı hikâyesini anlatıyorlar.

İlk uzun metrajlı filmi “Capote” ile Oscar’a aday olan Bennett Miller’in önünde, “Kazanma Sanatı”nda önemli bir handikap var: Amerikalılardan başka kimsenin anlamadığı, kurallarını dahi bilmediğimiz beyzboldan bahsediyor.

Bize yabancı bu sporun ünlü bir takımının öyküsünü anlatırken Bennet Miller, filmini beyzbol sahalarında değil, maçları televizyon üzerinden anlatmayı tercih etmiş. Filmin kahramanı olan Oakland Atheletics’in efsanevi menajeri Billy Beane’in maçları stadyumdan seyretmeyip, ara sıra televizyona göz atıp, radyodan dinleme huyu filmin yönetmeninin işine yaramış. İlk kez gürültülü bir spor filmi yerine, gerçeklik duygusu ağır basan, sakinliğin öne çıktığı bir spor filmi izliyoruz.

Ekonomi yazarı Michael Lewis’in, ortalama bir beyzbol takımının genel müdürü olan Billy Beane’i anlatan, 2003’te yayımlanmış “Moneyball: Adaletsiz Bir Oyunda Kazanma Sanatı” adlı kitabından sinemaya uyarlanan film, sisteme karşı gelme cesaretini gösteren bir spor adamının başarı öyküsüne odaklanıyor.

Eski oyuncu-yeni menajer Billy (Brad Pitt) en iyi oyuncularını kaptırmış, düşük bütçeli, sürekli yenilen takıma bir çıkış yolu aramaktadır. Yale’de ekonomi okumuş, aklını beyzbola takmış, tüm oyuncuların gerçek değerini internette hesaplayan, muhallebi çocuğu, şişko Peter’i (Jonah Hill) kendisine yardımcı olarak seçen Billy, yaşlı, muhafazakar erkeklerden oluşan yönetim kurulunu ve takım antrenörünü (Philip Seymour Hoffman) karşısına alır.

YALNIZ ve ASOSYAL İKİ KAHRAMAN

Takımın sezona kötü başlayıp, art arda yenilgiler alması Billy ile Peter’i endişelendirmez. Zira ikilinin sisteme karşı inançları tamdır. Doğruluğuna inandıkları bilimsel yöntemleri uyguladıklarında, başarı arkadan gelecektir.

Eski yöntemlerin yerine, akılcı ve çağdaş uygulamalarla bir Amerikan rüyasının peşinde koşan ikili, yalnız kalmayı göze alıp, başarısız olmaları halinde işlerini kaybedeceklerinin bilincinde, risk alarak bildikleri doğru yoldan vazgeçmiyorlar.

Aslında filmin iki kahramanı çevreleriyle uyumsuzluk yaşayan, yalnız ve asosyal kişiler. Karısından (Robin Wright) boşanan Billy yeni bir duygusal ilişki kovalamıyor. Peter’ın de bekarlıktan kurtulmak için bir çabası yok. Kendiyle barışık, sakin, karizmatik, kararlı menajer Billy rolünde Brad Pitt, usta oyunculuğuyla filmi baştan sona sürüklüyor. Bu filmdeki ve bu sayfada yer alan “Hayat Ağacı”ndaki performanslarıyla, Brad Pitt’in Oscar adaylığına kesin gözüyle bakılıyor.

Gösterişsiz, abartısız kompozisyonuyla Johan Hill, ekonomik oyunculuğuyla Philip Seymour Hoffman, filmin diğer iki başarılı aktörü. Yönetmen Miller ilk filmi “Capote”ta Truman Capote rolünü Philip Seymour Hoffman’a teslim etmişti.

Spor alanında kapitalist sistemin açgözlülüğünü sergileyerek ABD toplumuna eleştiri getiren film, derdini sakin sakin anlatmasıyla, zekice yazılmış akıllı senaryosuyla, dinamik kurgusuyla da öne çıkıyor.

Ancak maçlar oynanırken oyuncuların alıp satıldığı, transferin hiç bitmediği, kurallarına akıl erdiremediğimiz beyzbol sporu ile ilgili bu filmden tat almak, bizler için, çok zor.

Sıkıcı epik fresk: Hayat Ağacı / Tree Of Life

Filmleriyle ilgili konuşmaktan, medyaya röportaj vermek, katıldıkları festivallerde basın konferanslarında filmini tartışmaktan nefret eden, iki aykırı, gizemli, asosyal yönetmen son 50 yılın sinemasına ketumiyetleri ile damgalarını vurdular. Bunlar Stanley Kubrick ve Terrence Malick’tir. 

Sinema tarihin en büyük yaratıcılarından biri olmasına rağmen, megaloman ve paranoyak olarak bilinen Kubrick öldüğüne göre, Malick günümüzün en aykırı, en titiz, en asosyal, en ketum, ama en iddialı yönetmeni sayılabilir.

Yıllardır üstünde çalıştığı, merakla beklenen “Hayat Ağacı / Tree Of Life”ı dünya prömiyerinde, Cannes Film Festivali’nin basın gösteriminde izledim. 140 dakikalık filmin eleştirmenleri ikiye böldüğüne tanık oldum.

Filmi, insanoğlunun varoluş sorunlarına eğilen, epik ve görsel şölen olarak karşılayanlar da vardı, fazla sıkıcı ve boğucu, vaazı andırdığı için beğenmediğini ıslıklarıyla protesto edenler de.

Ben, beklentilere cevap vermekten uzak, düş kırıklığına uğrayanların bulunduğu ikinci kategoride yer alıyordum.

1973’te “Badland” ile başladığı 38 yıllık kariyerine sadece beş film yapan Terrence Malick üretken bir yönetmen sayılmaz.

İnsanlığa, tabiata ve masumiyete olan sevgisini filmlerine yansıtan yönetmenin alışılmadık tarzdaki eserleri, metafizik ve felsefe ağırlıklı. Hayatın anlamını sorgulayan, spiritüalizmi teorik açıdan ele alan, varoluşçu sorular soran Malick, belki de günümüz sinemasının en entelektüel yönetmeni.

Ben yönetmenin sadece bir filmini, 1998’de Berlin’in Altın Ayı Ödülü kazanan “İnce Kırmızı Hat / The Thin Red Line”ı sevdim, diğer dördünden tat alamadım.

Bu yıl Cannes’da Robert de Niro başkanlığındaki jürinin “Hayat Ağacı”na en büyük ödülü vermekten başka seçeneği yoktu. Film festival başlamadan Altın Palmiye’ye layık görülmüştü; esasen diğer yarışmacılar arasında önemli bir rakip yoktu.

Hayatı, dini, doğumu, ölümü, inancı, aşkı, otoriteyi, sevgiyi sorgulayan “Hayat Ağacı”, aile içi ilişkileri, Tanrı-kul ilişkilerini özetle insanlığın tüm sorgulamalarını dile getiriyor.

Hristiyanlık Propagandası

Malick, yazdığı senaryoda 50’li yılların Texas’ında, üç çocuklu taşralı bir ailenin öyküsünü anlatıyor. Kendisini tümüyle dine adamış, iyi huylu, sevgi dolu bir anne (Jessica Chastain), üç oğluna acımasız disiplin uygulayan, sert, otoriter, maddeci bir baba (Brad Pitt).

Ailenin büyük oğlu Jack’ın (Sean Penn) bakış açısıyla anlatılan film, çocukluk masumiyetinin kaybolmasından başlayarak, ergenliğe geçiş dönemini, kardeşlerinden birinin ölümünün yarattığı büyük acıyı, babasıyla yaşadığı çalkantılı baba-oğul ilişkisini, epik sinemanın kalıpları içinde ele alıyor.

Malick bir ölümün ardından Tanrı’ya seslenerek felsefi sorular soruyor, yaşanan bu acıyı yanardağ patlamalarıyla ifade ediyor. Dinozorlarla simgelenen evrenin yaradılışını, Emmanuel Lubezki’nin görkemli fotoğrafları eşliğinde, çok uzun bir doğa belgeseli formatında izliyoruz.

Senaryosunda diyaloglara çok az yer vermeye özenen Malick, göz önünde olmaktan nefret ettiği için Cannes’a gelmedi. Filmin basın konferansında “Hayat Ağacı”, Stanley Kubrick’in başyapıtı “2011: A Space Odyasey” ile kıyaslandı. Bir eleştirmen filmi, “çocukluğun masumiyetinden, modern bir dünyada kayıp bir ruh olarak, aklı karışmış yetişkinlik yıllarına uzanan bir yolculuk; yaşamın anlamanı tekrar kazanma arayışı” olarak yorumladı.

Kendi adıma, koyu Hıristiyanlık propagandası kokan, mistik atmosferli, Malick’in bu epik freskinden pek tat alamadım. Medyada sadece 2-3 fotoğrafı olan yönetmenin, Altın Palmiye’sini almak için Cannes’a gelmeyişi kimseyi şaşırtmadı.