Jose V.ÇİPRUT
Kıymetli okurlarım,
Yol mu kendi yolcusuna yön, zemin ve şekil verir; yolcu mu kendi yoluna?
Yıllarca her sabah aynı kahvehaneye gelip aynı masanın aynı iskemlesinde emniyet ve huzur bulmuş bir dedeyi bezgin ömrünün en son gününde her nedense komşu masadaki iskemleye oturtup, oradan ‘mutad’ masa ve iskemlesine bir bakış attırarak kendi kendine “İnsan bir kuştur valla…: Neredeydiiiim de, nereye geldim!” diye mırıldatan öyküyü sizler de eskiden işitmişsinizdir kuşkusuz. Bu durumda ne yoldur ne de yolcudur bu göreli hisseye sebep olan: Kimileri için ahvâl, tesadüf, vesiledir; kimileri içinse de kaderdir – Tanrı’nın soruşturulmaz, eleştirilmez, ilâhî emridir – hem yolu hem de yolcuyu yaratan ve etkileştiren...
Bir de huy, ahlâk, mizaç, eğilim, tercih, gaye, görüş, kişilik katkısıyla ille “kendi” yolunda “ilerlemeye” niyet edenler; yollarını kaybedenler ve kimilerinin belirgince alabildikleri belirsiz yollar vardır. Borges(1) bu insanî özellikle yaşayanların sonu gelmez takiplerini ve çoğu zaman da hayal kırıklıklarını şöyle tarif eder:
“...Göçüp gidenlerdeniz. Çok benizli
bulut, gün batan yerde dağılıveren,
tasvirimizdir bizim. Durmak bilmeden
başka güle dönüştürür gül kendini.
Bulutsun, ummansın, unutkanlıksın.
Yitirdiğin şeyin de tâ kendisisin.....
...” J.V.Çiprut ©
Yol bahane değilse, yolcuyu emele ulaştıracak yolculukta o ‘şey’in [‘ülkü’nün] kaybedilmemesi hikmettir.
Yoluna engel olan çalılıklara ürkmeden dalıp koyu ormanlardan bazen kanayarak çıkabilmişlerden birini tanırım. Tabanlarını yakan kumlarda şikâyetsiz yalın ayak yürümeye, pusulasız molasız ilerlemeye genç yaştan kendini alıştırmış; gündüz güneşe, gece yıldıza itimat ederek; henüz görünmeyen berrak ufukların yoğun bulutların gizlediği yüce dağların hemen ardında olduklarına iman ederek; icabında tırnaklarıyla tünel açarak; renk ve koku dolu hayatını serüvene çevirecek kadar cür’etli ama çölleri tek başına aşmaya mecbur kalmayacak kadar da çok talihli olmuş birini. Genç öğretmeni olduğu müessesenin 48 talebesine gösterdiği alâka, hürmet ve şefkate binaen, şefi olduğu kimya laboratuarının (58’ine erişmiş olduğundan ‘yaşlı’ addettiği) temizleyicisinin bir yağmurlu ilkbahar günü ona “senin gibisi Müslüman olmalıydı…” diyebilmiş olduğu birini. Ilımlı dimmîliği tabiî bulabilecek kadar derinden ‘Türkleşmiş’, Türk tebaalı bir Yahudîyi… Eninde sonunda – ‘sanki huzur’, ‘kolay para’, ‘hazır gelir’ adına, “anneanne uğruna” veya “geride bırakılmaz mezarlar” için – muğlak kaderine ilelebet boyun bükmek istememiş, hakikî kimliğini sahte refaha kurban edememiş, çokça mağrur bir devletin alicenâp hükümetinin hüsnüniyetine “emanet” (rehine?) olduğu kendisine sık sık hatırlatılmış itaatkâr, sadık, suskun – ve zamanla her ne içinse ufalmış - bir azınlığın ‘tez unutulurlarından biri daha’ addedilmeyi ne kanunî, ne ahlakî ne de başka yönlerden kabullenebilmiş bir insanoğlunu… Teknik müdürü olduğu fabrikanın tarihî menş’e kanıtıyla Türkiye’ye göçebilmiş Yugoslav işçilerinin dünya görüşlerinde sezdiği sahte-proleter iddialarının, Kürt kökenli işçilerinin ise gerçek başkalıklarını teyit eden derin bakışlarında hissettirebildikleri – hakikî – kültürel benzemezliklerinin; ilk (vahşî) grevlerin; neyi niçin tam öyle istediğini sarahatle anlatamaz, kendi bile anlayamaz, yeni-zengin müşterilerin... cemiyete katkılarının semerelerini sezebilmiş bir kimseyi... Kışın, tercihen akşam üstleri sebepsizce, belgesizce ve habersizce, “anî teftiş” için (“Yahudîdir, korkar, rüşvet verir” zannıyla) fabrikaya sızılıp şu veya bu köşede “teknik kusur” bulmağa çalışan kara cahil bekçiyle Türkçesi anlaşılmaz jandarma erini(2) derhal kapı dışarı etmeğe cür’et edebilmiş ‘genç-türk’ birini. Eninde sonunda gurbette yerleşmek kararıyla yurttan çıkışından dört uzun sene sonra, Türkiye’ye kısa bir keşif ziyareti süresinde, kendisine “Mösyö…. ne de mükemmel Türkçeniz var, hayranım...” diye ağırlayan bir genel müdüre “Beyefendi, öyle iltifata ne hacet, Türkçe ana dilimdir” dediğinde, “ama çok dikkat edilse, ve pek nadiren de olsa, o mükemmel ifadenizin derinliklerinde gene de ufacık bir şey var sizi ele veren” gözlemini duyduğunda, bu kulağı aşırı hassas ‘halis Türk’e “her şeye rağmen ifademin derinliklerinde gene de sezebildiğiniz o minnacık ‘farklılık’ var ya beyefendi, işte o ‘bir türlü sildirtebilinmez farklılık’tır doğduğum memleketten eninde sonunda ayrılmış olmamın başlıca sebeplerinden biri..” diyebilmiş dobra kişilerden biridir o pek – ama pek – yakından tanıdığım insan. Avrupalarda tahsilden sonra Türkiye’ye dönmüş; doğuda yedek subaylık, batıda öğretmenlik ve memleketinin bir ucundan tâ öbürüne teknoloji sahalarında içtimaî-sınaî geliştirme hizmeti vermiş; üretim veya öğretim olsun, teceddüd olsun, giriştiği her bir faaliyete sebat, sabır ve sadakatle bağlanıp her bir ödeve gerektirdiği çabayı cömertçe vakfetmiş biriydi bu adam. Memleketi 48 yıl evvel terk edip uzak diyarlarda teknolog ve akademik olarak yararlıca üretken bulunmuş olmasına rağmen, bugüne dek yıllarca tek pasaport taşımayı, vefalı bir Türk vatandaşı kalmayı tercih etmiş, memleketten kırık umutla buruk hatıranın biri birine katıştığı acayip hislerle çıkmış olan bu insan İstanbul’a en derininden peşinen duyduğu özleme rağmen yurdundan bir o kadar da nihaî kat’îyetle ayrılabilmiş bir gençti uzun yıllar önce… Ve de şu an, başlangıçtan beri henüz çok değişmemiş katışık hislerle, bunca zamandır büyük kıvançla taşımış olduğu (ama hâlâ din farkı gözeten) Türk kimlik belgesini daha ne kadar zaman sarsıl(tıla)maz ’birinci sınıf vatandaşlık’ kanaatiyle ibraz edebileceğini kendisinden artık çok açıkça sormak mecburiyetinde kalan 76 yaşında birinden bahsediyorum, ne yazık ki… Ben o kişi olmuş olsaydım, “azınlık” sayılmak hasebiyle ne gelen gidene peşinen – ve de resmen –‘parmakla gösterilmekten’; ne, ‘Yahudî’dir diye, şuna buna “emanet” zan veya addedilmekten; ne de bir Türk subayı olarak, bu vatana beslediğim vefa ve sadakatimin ikiye bölünebilir hale düşürülmesinden memnun kalabilirdim, doğrusu . Bunca on yıldır kendisine sunulan birçok fırsat ve teklife rağmen tebaa değiştirmeye ne lüzum görmüş ne de meyil duymuş birinin memleketinin din öncelikli dış politikasını ve devlet yüksek yetkililerinin yurt içinde saf ve kaygısız tabiîlikle sarf edebildiği sözleri ciddiye aldığından dolayı, daha ne kadar zaman “halis” bir Türk vatandaşı sayılabileceğini kestirememesinin derin hayal kırıklığını yaşamakta olmasına üzülüyorum. Başka bir memlekete vatandaşlık talebinde bulunmayı – hele hayatının son merhalelerinde – ne arzu ne de tahayyül ettiğinden, bu yoldaşın şu an kendini bulduğu sanal çıkmazdan kendisine hangi yöne yol açabileceğini tahmin edemiyorum şimdilik. Hangi istikamette ne tür yolda ilerlemeye karar vereceğini öğrendiğimde, niçinini nasılını araştırır, bildiririm, elbette ki...
Aziz okurlarım, yoluna devam eden biri olarak, sizlerden belirsiz bir süre için müsaade istememin anı geldi çattı. Sizlerle geçirmiş olduğum 55 ilginç haftanın ilham edegeldiği 34 makalemin benim için uyarıcı hatırasına teşekkür etmek istiyorum. Biz ölümlüler, istesek de istemesek de, gidiş bileti evvelden kesilmiş, son hicrete her an hazır birer yolcuyuzdur. Esasen, hem yolcu yolu, hem de yol yolcuyu yapar. Kanımca, yolla yolcu bir ve aynıdır: yol yolcu; yolcu yoldur. Bir yolcunun yolunu bir diğeri borçlanamaz, taklit de edemez; hatta, kendi açıp kendi yürüdüğü, şahsına münhasır bildiği, yolun izine yolcunun kendisi dahi tekrar basamaz... Başkalarının tıkışık caddelerinde lüzumsuzca itilip kakılmaktansa, kendi ellerimiz ve azmimizle özgürce açtığımız ve açacağımız patikalarda yaraşır vakarla ilerlemeye bakalım bari – hayatta olmanın haz, tat ve mucizesini lâyıkıyla değerlendirebildiğimiz müddetçe:
....Caminante, no hay camino,
se hace camino al andar.
Al andar se hace el camino,
y al volver la vista atrás
se ve la senda que nunca
se ha de volver a pisar….
Antonio Machado Ruiz © (1911)
*
….Yolcu, bil ki yol denen şey yok,
yol gidildikçe gerçekleşir.
Adım adım kurulur yol çok çok,
ve geriye bakıldığında
görülen patika aslâ
sil baştan çiğnenemezdir…
Yorum: Jose V. Çiprut © (2011)
2012 yılı hepimize mutlu olsun. Yeni yılda kendi imkânlarımızla açabileceğimiz yepyeni yollar bizlere sevinç, yakınlarımıza umut, beşeriyete yarar versin. Sizleri muhakkaktır ki özleyeceğim. Arada sırada tekrar yazışmak dilek ve ümidiyle her birinizi içten selâmlarım.
Sevgi ve saygılarımla,
Dr. Jose V. Çiprut
------------------------------------------------------------
(1) “....Somos los que se van. La numerosa / nube que se deshace en el poniente / es nuestra imagen. Incesantemente / la rosa se convierte en otra rosa. / Eres nube, eres mar, eres olvido. / Eres tambien aquello que has perdido….” [Jorge Luis Borges’in Nubes (Bulutlar) adlı şiirinin bu Türkçe yorumu benimdir.]
(2) ...ve hatta evvelden haber vermeden, istediği gün, istediği saatte sınaî müssesemize müsaadesizce sokulmayı yalan dolanla becerip ona bir türlü kulak asmayan değerli işçilerimizi ille de kışkırtmaya çalışan edepsiz, küstah “proto-sendikacı”yı bile...