ABD yeni başkanını seçecek. Fransa ve Almanya seçime gidecek. Rusya, uluslararası arenada kaybettiği prestiji yeniden kazanmaya çalışacak… Kısacası 2012 yılı büyük bir keşmekeş içinde geçecek… Peki, bu süreçte, Ortadoğu’nun durumu ne olacak?
2012 yılını ilk haftası baş döndürücü bir hızla eridi gitti. Ülkemizde siyaset sene sonu devrini duraksamadan yaparken ekonomik kaygılar gazete manşetlerinde yerini almaya devam etti. Merkez Bankası’nın para politikası, kur ve faizin yeni yıl seyri hakkında görüşler, gerçekleşen ihracat rakamları ve beklentiler, olası yatırımlar derken çekinceli bir iyimserlik – veya ihtiyatlı bir umut mu demek gerekir, bilemedim – kamuoyuna hakim oldu.
Avrupa’da dengeler değişecek mi?
Küreselleşen dünyada kişi ve toplum kendini etrafında gelişen olaylardan soyutlayamıyor. Hal böyle olunca da ister istemez oradaki buradaki aksilikler veya olası değişiklikler “bizi nasıl etkiler” diye düşünmeden edilmiyor. Bu anlamda kapısını araladığımız 2012 çok gelecek vaat ediyor. Amerika Birleşik Devletleri yeni başkanını seçecek. Büyük umutlarla Beyaz Saray’a çıkan Başkan Obama’nın ikinci dönem bu görevi yürütüp yürütemeyeceği kasım ayından önce kesinleşmeyecek. Avrupa’nın toz duman haline çare bulmak için aylardır baş başa veren ancak bu konuda çok da mesafe alamayan iki lider, Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Alman Şansölyesi Merkel de seçime giriyorlar. Avrupa’da siyasi bir birlik olmadığı aşikâr, ekonomik birliğin de nasıl etkileneceği bu seçimlerden kimlerin kazançlı çıkacağına, kurulacak hükümetlerde dengelerin nasıl dağılacağına bağlı gibi duruyor.
Bir de Rusya var. Liderin yerinin geleneksel olarak kuvvetli olduğu, şeffaflıktan uzak bir yönetimin hakim olduğu bu devin, Amerika ve Avrupa kendi sorunları ile kıvrana dursun, olayları kendi lehine çevirmeye çalışacağı açık. 1990’larda demir perdenin çökmesi ile Rusların kaybettikleri prestiji yeniden tesis etmeye başlamaları uluslararası arenada yeni koşullarla karşılaşılabileceğine işaret ediyor.
Bütün bu keşmekeş içinde Ortadoğu bir süredir önemini yitirmiş, ya da daha doğru bir deyişle uykuya yatmış durumda. Sanki Libya ateş topu olup yuvarlanmadı ve Kaddafi hâlâ orada, sanki Mısır’da eski Devlet Başkanı Mübarek idam istemi ile yargılanmıyor, sanki Tunus’ta tüm taşlar yerine oturdu, sanki Suriye’de Esad gitti ve yeni bir yönetim oluştu, sanki ‘Arap Baharı’ hiç olmadı… Yemen’de, Bahreyn’de insanlar hiç sokaklara dökülmedi, çatışmalarda ölmedi… Ve sanki İsrail ile Filistin, aralarındaki sıkıntıları çözmüşler ya da çözülemeyeceğine karar vermişler kaderlerine boyun eğmiş oturuyorlar. Çok değil birkaç ay öncesine kadar koma halini almış Türk – İsrail ilişkileri bitkisel hayatta gibi… Birkaç hafta öncesine dek gergin mi gergin bir hal almış Türk – Suriye ilişkilerinden haber yok. Geçtiğimiz hafta Dışişleri Bakanı’nın Tahran ziyareti de basında hak ettiği yerini almadı… Belki de gerçekten bir yer hak etmiyordu, kim bilir? Hamas’ın Filistin Kurtuluş Örgütü ile füzyonu ve Hamas’tan İsmail Haniye’nin Türkiye ziyareti de öylesine tatsız tuzsuz bir manşet oldu gitti…
Fırtına öncesi sessizlik diye dedikleri bu olsa gerek. Kapalı kapılar ardında yapılan bazı görüşmeler var ancak bunların ileride neye tercüme edileceği konusu belirsiz, muhtemelen de belirsiz kalmaya devam edecek… Taa ki televizyon ve gazetelere yeni haberler ve mesajlar servis edilene dek.
Yeni ‘Filistin modeli’
Bu arada bölgede insanlar ‘sessiz sedasız’ yaşamlarını sürdürüyorlar. İsrailliler ile Filistinliler uzun süredir kendileri ile özdeşleşen modellerini terk etme eğilimindeler. Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas geçtiğimiz aylarda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndan Filistin’in bir devlet olarak tanınmasını talep etmişti. Bunu yaparken ABD’nin öneriyi veto edeceğini biliyordu. Ancak Genel Kurul’un çoğunluğunun tasarıyı destekleyeceğini hesaba katmıştı. Amacı Amerika’yı zor duruma sokmaktan ziyade Filistinlilerin yeni doğrultusunun altını çizmekti, belki de. David Landau’nun The Economist Dergisi’nin 2012 yılı beklentilerini konu aldığı özel ekinde Ortadoğu ile ilgili yayınladığı makalede Filistin perspektifi bu şekilde veriliyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise Amerikan seçimlerini dikkatle takip edecek. Başkan Obama’nın görev süresi boyunca Amerikan – İsrail ilişkilerinde yaşanan gelgitler Netanyahu’nun ikinci kez benzer bir dönemin tekrarına soğuk bakacağını fısıldıyor.
2012 yılında muhtemelen her iki lider de barış sürecini terk etmediklerini açıklayacaklardır. Her ikisi de doğrudan görüşmelere yeniden başlamak istediklerini beyan edeceklerdir. Ancak önlerinde hiçbir engel olmamasına rağmen son üç senedir masaya gelmediklerini ve sürecin başlamasına bir türlü izin vermedikleri gerçeğini es geçeceklerdir.
Her durumda Washington’daki siyasi irade İsrail – Filistin ilişkilerinde, geçmişte olduğu gibi, önemli bir rol oynayacaktır. Netanyahu’nun Obama’ya karşı Cumhuriyetçilerin idaresine daha sıcak baktığını anlamak zor olmasa gerek. Aynı makalede Landau, 1972’de İsrail’i Washington’da temsil eden bir diplomat kimliği ile Yitshak Rabin’in de o dönemde Cumhuriyetçilerin desteklenmesi gerektiğini ifade ettiğini söylüyor. Buna mukabil, aynı Rabin’e, Başbakan olduğu sıralarda, destek Demokratlardan gelmiş, Oslo yolu Demokrat bir Beyaz Saray’ın inisiyatifi ile açılmıştı. Bugün Netanyahu’nun tercihine karşın ileride benzer bir olayı yaşamak mümkün olabilir mi?
Durum böyleyken, İsrail’de de seçimlerin en geç 2013 ortalarında yapılması gerektiğini de unutmamak gerek… Başbakan Netanyahu’nun başkanlığındaki hükümetin siyasi desteğini en azından koruyacağı, bunu yaparken Likud’un oy kaybına uğrayacağı söyleniyor. Demografik bakımdan büyük hızla büyüyen ultra-Ortodokslar ile yerleşimlerde yaşayan milliyetçilerin, bugünkü hükümetin ortakları olan partilerini daha heyecanla destekleyecekleri kuşku götürmüyor.
Eylül 2011’de, Amerikan eski Başkanı Bill Clinton yaptığı değerlendirmede, İsrail için “zor bir ülke” tabirini kullanmış. Clinton’a göre İsrail tarafında barış sürecine takoz koyanlar aşırı dindarlar. Bunlar Batı Şeria’nın (Yehuda ve Şomron) asla Filistinlilerin eline geçmemesi ve dolayısı ile bölgedeki yerleşimlerin güçlendirilmesi gerektiğini söyleyenler. Oysa siyaseten destekledikleri Netanyahu son Birleşmiş Milletler konuşmasında bu bölgeler üzerinde görüşmeler yapabileceklerini ilan etti. İsrail’in iç dinamikleri öylesi hareketli ki şimdinin siyasi destekçilerinin kısa bir zaman sonra siyasi köstekçi olmaları mümkün. Bu bakımdan seçim sisteminde en küçük politik harekete kucak açan bir demokratik anlayış ile İsrail’in barış sürecine nasıl katkı sağlayacağı da ayrıca düşünülmesi gereken bir konu.
Öte yandan İsrail’deki bu siyasi hareketlilik daha statik bir politik yapıya sahip Amerika’da rahatça algılanamıyor. Amerikan siyasi yapısındaki İsrail yanlısı unsurların bu ülkeye destekleri kayıtsız şartsız sürüyor. Cumhuriyetçiler, Evanjelistler ve muhafazakâr Hıristiyanlar ve muhafazakâr Yahudiler, Arap dünyası İsrail’in varlığını sorguladığı sürece bu ülkeye kayıtsız bir destek vereceklerini beyan ediyorlar. İsrail’in meşruiyetinin tartışmaya açılması zaten hiçbir aklı başında siyasetçinin yapmayacağı bir şey; ancak Gazze sokaklarını yıllardır kontrol altında tutan Hamas ve Lübnan’ı kontrolü parsellemiş olduğu günden güne belirgin bir şekilde gözlenen Hizbullah’ın bu yöndeki çabalarını görmezden gelmek olası değil.
Barış için toprak tavizi mi gerekli?
Bu aşamada İsrail’in Filistin ile barış yolunda toprak tavizine girmesi varlığının sorgulanmasını sona erdirecek mi? Yoksa Filistin tarafında, sokak ve meydanlardan bunun ötesinde talepler gelecek mi? Bu soruya herhangi bir çekince koymadan rahatça cevap verilebilse barış yolunda önemli bir yol alınırdı. Ancak Ortadoğu’da hiçbir karar alıcı ya da konunun uzmanı kimse, yanıtı açık seçik veremiyor.
Demokratik yapısı ile İsrail ve İsrailli, kendi karar alıcılarını en acımasız şekilde eleştiren bir görüntü sergiliyor. Amerikan kamuoyu dahil kimse bunu takip edemiyor ve bu durum siyasi dünyayı bir yerde kontrpiyede bırakıyor. Filistin konusunda ilerleme sağlanamamasının, yerleşimlerin barışı sabote etmesinin nedeni sorgulanırken, Netanyahu hükümetinin uygulamalarının neredeyse yerden yere vurulması, dostların kafalarını karıştırıyor ve zaman zaman hasımların gardını düşürüyor… Yine de toplamda düşünülecek olunursa, fasit daire içinde sıkışmışlık durumu devam ediyor…
Filistin’e Birleşmiş Millerler üyeliğinin yolunu ancak Güvenlik Konseyi’nin açabileceği göz önüne alınırsa, Genel Kurul’un FÖY’e özel bir statü tanıması İsrail’in sert bir tepkisi ile karşılaşacak, bu kesin. Bu durumda Ramallah ve Gazze meydanlarının karışacağını, Filistin’de hayal kırıklığının derinleşeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Şiddet kah İsrail sokaklarında kah Filistin sokaklarında kol gezecek, Yahudi yerleşimcilere ve İsrail güvenlik güçlerine saldırılar yeniden başlayacak, güneyden ve / veya kuzeyden roketler ve katyuşalar kentlere yeniden inecek… Sular yeniden kaynamaya başlayacak… Başbakan Netanyahu ülkesinin güvenlik sorunlarından söz edecek, Başkan Abbas ise doğrudan barış görüşmelerinin İsrail tarafından sabote edildiğinden… Ve bu böyle devam edip gidecek…