Felsefe de tıpkı hayat gibi gizemlerle dolu... Şaşırmak, hayal kırıklığına uğramak, heyecanlanmak, aramak, pes etmek, hepsi felsefe deneyiminin bir parçası..
Benim de “felsefe nedir?” sorusuna kendimce verdiğim cevaplar yıllar içinde sürekli değişti durdu; deneyimlerim, ruh hallerim, değişen dünya, tanık olunan felâketler, çekilen acılar, yaşanan mutluluklar, tanışılan yeni insanlar, aşklar, ölümler, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, dinlediğim şarkılar, ilerleyen yaş ve buna direnen içimdeki o küçük kız, bu soruya verdiğim cevabın sabit kalmasına asla izin vermedi, vermeyecek de, eminim.
Merhaba!
Bundan böyle ayda bir bu sayfada buluşacağız. Bizi bir araya getirecek şey ise felsefe! Peki, ama nedir bu felsefe? İşte bu en zor soru aslında...
Felsefe, bin yıllar önce bir grup yaşlı Yunanlının başlattığı büyük sorular üzerinde dönen hoş bir sohbet mi? Veya hayatın anlamını bulacağını iddia eden saplantılı bir hastalık mı? Belki de bir arınma, bir tedavi yöntemi? Sonunda kendimizi bulacağımız bir yolculuk mu, yoksa içinde iyice kaybolacağımız bir labirent mi? Ya da sadece entelektüel görünüp insanları etkilemek için kurulan ve içinde Platon, Kant, Hegel vs geçen havalı cümlelerden mi ibaret felsefe? Belki de bir delilik?
FELSEFE NEDİR?
Felsefe bunların hepsi olabilir, hiçbiri de… ‘Felsefe nedir?’ sorusu en çok sorulan ama asla sabit cevabı olmayan bir sorudur aslında. Bu yüzden de en temel felsefi soru sayılabilir. Bu soruya cevap arama girişimi bile hiç çaktırmadan bizi felsefe yapmaya iter.
Çok çeşitli felsefe tanımları vardır, her düşünür farklı tanımlar felsefeyi. Kimisi “felsefe yolda olmaktır” der, kimisi “felsefe kavram yaratmaktır” der. Diğer bir grup “felsefe düşünme edimidir” diye ısrar eder, bazıları da “felsefe, görünüşler dünyasının arkasındaki hakikate ulaşma çabasıdır” diyerek katılır tartışmaya... Felsefeye az çok meraklı birisi de okuduklarından, gözlemlediklerinden ve hayatından yola çıkarak kendi felsefe tanımını oluşturur bir süre sonra. Bu, o kişinin felsefeye nasıl yaklaştığını da belirler. Ama bu bile değişkendir. Kendi felsefe tanımınız bile birçok sebebe bağlı olarak zaman içinde değişir ve dönüşür. Bunun sebebi çok basittir: hayatlarımız sürekli değişir, dolayısıyla hayata sorduğumuz sorular, kafamızı kurcalayan meseleler de sürekli değişir.
Benim de “felsefe nedir?” sorusuna kendimce verdiğim cevaplar yıllar içinde sürekli değişti durdu; deneyimlerim, ruh hallerim, değişen dünya, tanık olunan felâketler, çekilen acılar, yaşanan mutluluklar, tanışılan yeni insanlar, aşklar, ölümler, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, dinlediğim şarkılar, ilerleyen yaş ve buna direnen içimdeki o küçük kız, bu soruya verdiğim cevabın sabit kalmasına asla izin vermedi, vermeyecek de, eminim.
Cevabı sürekli değiştiğine bunca vurgu yaptıktan sonra bu aralar ‘felsefe nedir?’ sorusuna kendimce nasıl bir cevap bulduğumu sizlerle paylaşarak işleri biraz daha kolaylaştırmanın vakti geldi. Felsefenin, dünyaya bir soruyla, bir soru üzerinden yönelmek olduğunu düşünüyorum. Peki, ama dünyaya, hayata ilişkin sorduğumuz her soru felsefi midir? Birkaç kişi bir araya gelip ‘adalet’ hakkında tartışmaya başladığımızda felsefe yapmış olur muyuz mesela? Bana kalırsa, felsefe yapmak bundan biraz daha fazlasını içerir.
FELSEFEDE MUCİZEVİ BİR ŞEYLER GİZLİDİR
Felsefe bir mirastır, bir gelenektir. Ama kendini sürekli yenilemek gibi bir özelliği de vardır, çünkü bu geleneğe karşı isyan bayrağı çekenleri de, bu mirası reddedenleri de kapsar. Dolayısıyla da kendi içinde çok dinamiktir. Bu mirası, bu geleneği oluşturan şey ise metinlerdir. Çoğu zaman felsefe metinlerinin ‘mucizevi’ metinler olduğu hissine kapılırım. Örneğin epey geriye gidip, bugün Batı felsefesinin babası sayılan Platon’un diyaloglarını ele alalım. Neredeyse 2500 sene önce yazılmış eserlerden bahsettiğimizi de hatırlatayım. Bu diyaloglar bugün hâlâ dünyanın her köşesindeki üniversitelerin felsefe bölümlerinde giriş derslerinden, doktora tezlerine kadar her fırsatta yeniden okunuyorsa, bu metinler üzerine hâlâ yeni tezler yazılıp yeni çalışmalar yapılabiliyorsa, hâlâ bugünümüzü anlamamızda bize oldukça aydınlık bir yol gösterebiliyorsa bu metinlerin içinde mucizevi bir şey gizlidir bence. Bu yüzden de böyle bir mirasa başvuru yapmadan felsefe yapmak, sanki bize sunulmuş, elimizin altında bulunan en gerekli aletleri kullanmadan bir şey üretmeye çalışmaktır. Legosuz Lego oynamak mümkün değildir nihayetinde, değil mi?
FELSEFE HAYALETLERLE SÖYLEŞMEK MİDİR?
Felsefe, hayata sorduğumuz sorulara bu metinler üzerinden cevap aramaya çalıştığımız bir ‘deneyim’dir bence. Bir tür ilişki kurma deneyimidir aslında: cevabın sana net bir biçimde verilmediği, senin ona tüm gücünle ulaşmaya çalışacağın bir kaynağa soru sormaktır. Bu kimi zaman çok zevkli bir oyun, kimi zaman da müthiş bir hayal kırıklığıdır. Çoğu kişi ise bunu ‘gereksiz’ bulur. Eğer dünyayla hiçbir derdiniz yoksa, her sorunuza kolayca net bir cevap bulabiliyorsanız veya size sunulan cevaplarla yetinmeyi öğrenmişseniz felsefe gerçekten de gereksiz bir uğraştır. O noktada söyleyecek söz kalmaz zaten. Çünkü felsefede ilerlemeyi ve hatta barınmayı sağlayan şey sorudur, aklınıza takılan ve bozuk plak gibi kendisini tekrarlayan, sürekli cızırdayan bir meseledir. Bu bazen gündelik bir dert de olabilir, asıl olan gündelikten bir adım yukarı çıkıp yaşadığınız kafa karışıklığının herkesçe paylaşılabilecek bir deneyim olduğunu fark etmektir. İnanın, bazen ‘neden hâlâ mesajıma cevap vermiyor?’ sorusu bile insanı felsefe yapmaya götürebilir, bir anda elinizde bir Kierkegaard eseriyle bulabilirsiniz kendinizi...
Felsefenin bir ilişki kurma deneyimi olduğunu, cevabın pat diye önümüze sunulmayacağı bir kaynağa soru sormak olduğunu söyledik. Ama 500 yıl önce yaşamış bir düşünürü karşımıza alıp sohbet edemeyeceğimize göre yapabileceğimiz tek şey onun bize bıraktığı sözcüklerle ilişki kurmaktır, sözcükler yoluyla onunla sohbete girişmektir. Bu deneyimi çağdaş Fransız düşünür Jacques Derrida harika bir biçimde ifade eder: felsefe hayaletlerle söyleşmektir. Yani bir tür ruh çağırma seansı! Şöyle düşünelim: Platon’un bir metnini okumaya başlar başlamaz aslında Platon’la bir ilişki kurmaya başlıyoruz, çünkü onu anlamaya çalışıyoruz. Anlamak için de ona sorular sorma ihtiyacı duyuyoruz. Ne demiş Platon, ne anlatmak istemiş, derdi neymiş? Bu soruları sorabileceğimiz tek muhatap ise Platon’un yazdıklarıdır.
İşte ‘ruh çağırma seansı’ tam bu aşamada başlar. Bir felsefe metnini roman okur gibi okuyamayız. Aklımıza sürekli sorular gelir. Romanda da hikâyenin gidişatıyla ilgili merak ettiğimiz şeyler olur, fakat biliriz ki hikâyenin sonunda her şey açıklığa kavuşacaktır. Felsefe metni ise böyle değildir: sonu beklemenize gerek yoktur, her satır sizde bir aydınlanma yaratabilir veya yolunuzu daha çok kaybetmenize, sorularınızın artmasına sebep olabilir. Bazen öyle kilitlenirsiniz ki, gerçekten metinle konuşur halde bulursunuz kendinizi: Neden şimdi böyle dedi? Bu kavram ne anlama gelir? Bu kavramlar arasındaki ilişkiyi nasıl kurdu? Şimdi bu, bir hayaletle söyleşmek değil de nedir? Peki, hayalet gelmiş midir, ruh çağırma seansı başarıya ulaşmış mıdır? Eğer metni sabırla ve dikkatle okumuşsanız, evet. Metin sorularınıza cevap vermeye başlamışsa, evet. Platon’la sohbet etmek için onun metinlerini okumak yeterlidir.
Yine bu metaforu devam ettirerek şunu da söyleyebiliriz: Felsefe deneyimi, Öteki’yle ilişki kurmak, Öteki’ne açılmaktır. Bir tür konukseverliktir. Bu kavramı da yine Derrida’dan ödünç aldığımızı belirteyim. Felsefeyi bir mekân olarak hayal edelim, bu mekân çok çeşitli Ötekilerin belirdiği bir yerdir. Burada, kendime indirgeyemediğim, kendi kavramlarımla anlayamadığım, tam olarak kavrayamadığım bazı şeylerle karşılaşırım. İşte konukseverlik tam bu noktada devreye girer. Söz konusu konukseverlik şöyle bir şey değildir: birisi sizi arar, şu gün şu saatte müsait misin sana geleceğim der, siz o saati boş bırakırsınız, hazırlık yaparsınız, konuğunuz beklenen saatte gelir, kahve-kek ikram edersiniz, sohbet edersiniz ve makul bir zaman sonra konuğunuz müsaade ister ve gider. Derrida’nın aklındaki böyle bir konukseverlik değil... Felsefe deneyimi olan konukseverlik de böyle değil. Az önce şematize ettiğimiz konuklukta öteki belirmez, hatta bir öteki yoktur bile. Her şey sizin kurallarınızca oynanmıştır, her şey kontrolünüz altındadır. ‘Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer’ sözü gibidir bu konukluk. Onun söz hakkı yoktur. O sizin alanınıza girmiştir ve sizin anlam evreninize, evinize ayak uydurmuştur. Anlaşılmayan hiçbir şey yoktur. Oysa Derrida çok daha radikal bir konukseverlikten bahseder. ‘Ev sahibi umduğunu değil, kapısına her kim gelmişse onu buyur eder’ gibidir Derrida’nın radikal konukseverliği. Bu öyle bir konukseverliktir ki, konuğun kim olduğunu, ne olduğunu bilmeden buyur etmekten ibarettir. Ne zaman geleceği, ne zaman gideceği belli değildir, yarar mı zarar mı getireceği belli değildir, evinizi başınıza mı yıkacak, felâketler mi getirecek yoksa mucizeler mi yaratacak... Bunları bilmeden onu içeri almak, hiç hazırlıksız, evinizde ne varsa onunla paylaşmaktır. Bence felsefe deneyiminde de buna çok benzer bir şey vardır: okuduğunuz şeyin sizi nasıl etkileyeceğini önceden bilemezsiniz. Metinde aradığınız sorunun cevabı sizi bir anda bambaşka bir soruyla cebelleşmeye maruz bırakabilir. Veya öyle bir yanıt bulursunuz ki, hayatı birden bambaşka bir perspektiften görmeye başlarsınız. Dünya yeniden doğmuş gibi duru karşınızda. Önceden bildiğiniz her şey bir anda çöküverir. Bütün kodların kırıldığı, bütün öğrenilenlerin ters yüz edildiği bir deneyim olabilir felsefe zaman zaman...
Felsefe benim için bu deneyimler üzerinden anlam kazanıyor bu ara: metinlerle söyleşmek ve metinlerin söyleyeceklerine, üzerimde bırakacakları etkiye açık olmak ve en önemlisi şaşırmaktan korkmamak... Hayat da tıpkı felsefe metinleri gibi gizemlerle dolu... Şaşırmak, hayal kırıklığına uğramak, heyecanlanmak, aramak, pes etmek, hepsi felsefe deneyiminin bir parçası...