/Antrepo’da ‘İSİMSİZ’ bir bienal

Küba asıllı Amerikalı kavramsal sanatçı Gonzalez-Torres adeta bir sanat direnişçisinin portresini ortaya koyan yapıtlarıyla 12. İstanbul İsimsiz 2011 Bienali'nin referans aldığı kişi oluyor.

Rubi ASA
28 Eylül 2011 Çarşamba

‘Bienal’ İtalyanca bir sözcük. Ancak son yıllarda çokça kavramsal içeriği dikkate alınarak söz edilen fakat karşılığı ve sanatsal değerlendirilmesi çok da net anlaşılamayan bir sözcük.

Kelime anlamı ‘her bir diğer yıl’ olan ve genellikle sanatçıların özgür kültürel ve sanatsal faaliyetlerini mekân ve boyut sınırlaması olmaksızın düzenledikleri toplu etkinlik şeklinde açıklanabilir.

Bienaller sanatçıların bir araya gelerek ortaya koydukları ve her biri neredeyse bir manifesto etrafında kimlik bulan düzenlemelerdir.

Küresel etkilerinden soyutlayamadığımız dünyamız sorunları çeşitli ülkeler sanatçıları tarafından sanatsal anlatımlarla ortaya konulur.1895 yılından bu yana dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşen ve sanatçıların yerleşik anlatım dillerine, yaşadıkları toplumun dinamiklerine, ideallerine duyumsamalarına karşı tutundukları sanatsal anlatımlardır.

Türkiye’de ise bu sanat etkinliği 1987 yılından bu yana, iki yılda bir yapılıyor ve farklı ortak temalar benimseniyor. Örneğin, 3. Uluslararası İstanbul Bienali (1992): Kültürel Farklılıklar, küratör Vasıf Kortun tarafından; 4. Uluslararası İstanbul Bienali (1995): ORIENT / ATION, küratör: Réne Block tarafından; 5. Uluslararası İstanbul Bienali (1997): Yaşam, Güzellik, Çeviriler/Aktarımlar Ve Diğer Güçlükler Üstüne, küratör: Rosa Martinez tarafından gerçekleştirildiler.

Günümüze yakın zamanlara geldiğimizde Bienaller’de, politikanın, doğu-batı çekişmesi ile kültürel farklılıkların, algıların, savaşların, emeğin, kapitalist ve global dünyanın değerler çatışmasının yansımaları izlenir.

9. Uluslararası İstanbul Bienali (2005): İstanbul, küratörler: Vasıf Kortun ve Charles Esche; 10. Uluslararası İstanbul Bienali (2007): İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik, küratör: Hou Hanru; 11. Uluslararası İstanbul                                                                                       Bienali (2009):İnsan Neyle Yaşar? küratörler: Ivet Curlin, Ana Devic, Nataša Ilic tarafından gerçekleştirildi.

24 sene içinde on ikincisi gerçekleşen İstanbul Bienali’nin amacı farklı kültürlerden sanatçı ve sanat izleyicileri arasında iletişim kurmaktır. Sanatçı, yapıtı ve izleyici üçlemesinin özgürce buluştuğu ve birbirlerini etkileyerek yapıtların oluşumuna süreklilik kazandırılan bir anlatım türü geliştirilmiştir.

İstanbul Bienali düzenlendiği yerin konumu ve sürdürdüğü kentsel geleneği ile uluslararası çağdaş sanat bienalleri arasında zamanla önemli bir yere sahip oldu.

İki yıl önce gerçekleşen 11. İstanbul Bienali, B. Brecht’in “İnsan Neyle Yaşar?” kavramıyla sorunsalını ortaya koyuyordu.

Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte 1928 yılında yazıp besteledikleri ‘Üç Kuruşluk Opera’ adlı oyununda yer alan ve çok sevilen şarkının sözleriyle dönem kapitalizmine kafa tutmasının günümüz toplumuna uyarlanması ilginçti. Üç Kuruşluk Opera; burjuva toplumunda mülkiyetin ve emeğin yeni baştan dağıtım sürecini yaşatır.  Bunun yanı sıra emek, işgücü ve makineleşen yapılanmanın paradoksal anlatımına da zaman zaman ironik bir dille ışık tutar.

Bu sene, Bienal farklı bir sürprizle sahneye çıkıyor. ‘İsimsiz 2011’ başlığını taşıyan 12. İstanbul Bienali kimlik, göç, tarih yazımı, eşcinsel arayışlar, silahlanma, totaliter rejimlere başkaldırı, emek ve varlık kavramlarını sorgulayan, hatta sorgulatan ve güncel sanatın aktivist anlatımına olanak tanıyan bir tartışma zemini yaratıyor.

Adının ‘İsimsiz 2011’ olarak adlandırılmasına bakmayın. Buradaki paradoks çok fazla isimli, çerçeveli, sınırlı ve izleyiciyi biraz da soyutlayarak mesafeli tutan bir bienal. Fakat buna rağmen sanatçının sadece güncel sanatla değil, yaşantının her anında yaratılabilecek tartışmalara farklı bir boyut katabilen bir bienal.

Estetiğin siyaseti, kişisel klişelerin kamusal formları oluşturmasını anlatabilen bir bienal. Fazlaca yalın, fazlaca soyut ama belge olanla kurguyu bir araya getirerek öyküler anlatabilen bir bienal.

Örneğin Vietnam Savaşı denince herkesin aklında klişe olan Pulitzer Ödüllü Eddie Adams’ın fotoğraf dizisi, sahneyi film şeridi gibi gözümüzün önüne koyuyor. Öncesini, sonrasını bilemesek de bu iddiayı en net şekilde okuyabileceğimiz belgesel ve kanıtsal bir bellek oluşmasına olanak sağlıyor.

Son yıllarda farklı ve çoklu mekânlar kullanılarak izleyiciyi giderek daha çok sokağın ve siyasetin etkisiyle mekândan mekâna dolaşımıyla şehrin gürültüsüne ve keşmekeşine çeken etkinlik, bu kez yerini birbirine yakın iki mekânda (Antrepo No 3 ve 5) gerçekleştirilen fazlaca düzenli soyut bir planlamayla izleyenleri şaşırttı.

Bu düzen sergi tasarımını üstlenen Ryue Nishizawa’nın modernist ‘beyaz küp’ estetiğine getirdiği çağdaş mekânsal yorum, bienalin yalnızca fiziki temelini oluşturmakta değil, kuramsal çerçevesinin çizilmesinde de son derece etkili oluyor. İnsanların yapıtların etrafında dolaşmalarını sağladığı döngü, yine insanların sanat eserlerini deneyimlerken kendilerine ait yolu ve düzeni bulmaları gibi.

Yaşamda, aslında biz insanlara salt gerçeklik karşısında kendi duygu ve düşüncelerimize paralel çıkışlarla yeni yollar yeni yorumlar arama zorunluluğu getirmiyor mu?

Küba asıllı Amerikalı kavramsal sanatçı Gonzalez-Torres adeta bir sanat direnişçisinin portresini ortaya koyan yapıtlarıyla 12. İstanbul İsimsiz 2011 Bienali’nin referans aldığı kişi oluyor.

Gonzalez-Torres, çalışmalarında kavramsal sanat, minimalizm, politik aktivizm, soyut gerçeklik unsurlarını teker teker ve ya da bir arada değerlendirebildiği yapıtlar ortaya koyuyor. 1990’lı yılların sanat dünyasının sanatçıyı klişe bir isim haline getirmesi, minimalizmi ve kavramsal sanatı Küba asıllı bir eşcinsel olarak bilinçli bir ‘ötekiliğin’ süzgecinden geçirmesiyle, çok yönlü ve katılımcı bir biçimde buluşturmayı başarması sayesinde olmuştu…

Sanatçının genel İsimsiz (Bloodwork-Steady) tanımlı yapıtından ‘İsimsiz’ (Ross) adlı bölüm Torres’in sevgilisi Ross Laycock anısına yaptığı enstalasyonda çarpıcı bir soyutlama ile izleyiciyi karşılaştırıyor.

Sergi mekânının bir köşesine yığılı Ross’un vücut ağırlığına eşit miktar şekerlerden izleyiciler birer tane alırken, bu şekerler de ölümün gelişi gibi yavaş yavaş tükeniyor.

Bu bölüme yapıt koymuş birçok sanatçı da yapıtlarıyla, ölüm, kayıp, arzu, cinsellik ve yok oluş gibi kavramları duyumsatıyorlar.

İsimsiz 2011 tanımlı Bienal yine bu ad altında, pasaport, tarih, ateşli silahlarla ölüm gibi klişelerin ışığı altında geçmişi güncelle, belgeyi öyküyle, tarihi tarih yazılımıyla ve alternatif okuma biçimleriyle anlatıyor.

Her bölüme yapıt veren sanatçılar estetikle siyasetin, kişiselle kamusalın bir arada sunulduğu sorunsalı ortaya koyarlar.

Bienal’in en ilginç enstalasyonlarından biri 1975 Kudüs doğumlu İsrailli sanatçı Dani Gal’in 2005 yılı yapıtı ‘Tarihi Plak Arşivi’.

Enstalasyonun ilginç yönü, sıralanan plakların oluşturduğu görselliğin ardında, ironik bir biçimde tamamen sessiz olması. Dani Gal, son 100 yılın tarihini, nüfus sahibi ve etkin kişiliklerin sürekliliğinde, olayların ve tarihsel satırbaşlarının izinde sıralıyor.

6 Gün Savaşı’nı belgeleyen bir İsrail plağıyla karşılaşmasıyla başlayan bu buluşma, tarihi olayları resmeden bir vinil plak olgusu araştırmasına dönüşür. Bu konuda nice plak kayıtları olduğunu görünce, bunları saf ses malzemesi olarak görüp içeriği yok saymayı deneyimler. Ya da bunları düzenli gürültü veya ses nesneleri olarak algılamayı amaçlar. Politik içerikli görsel ve işitsel malzemeleri bu şekilde deneyimlemeyi, tarihi olayların önemini anlamak için bir yöntem olarak görür. Bunların birlikte sunumlarıyla izleyiciyi, bir tarih koridorunda sesler ve notalar rehberliğinde görsel bir şölene davet eder.

Gal’in bir başka yapıtı neondan uygulanmış bir yazı.

THE/A/T/E/SHOO/TING/DO-NEBY/OF/OFFI/CERS/ARE/SHOT

Yazı belli bir kavramsal dille oynuyor ve harflerin bir kısmı sönüp yanarak farklı anlamları sağlıyor. Pop ve kavramsal sanatın neon geleneğini kullanarak bir cümlenin farklı versiyonlarını ardı ardına sıralıyor. Böylece anlam farklılıklarından oluşan iki kademe yaratılıyor. “Nesne ve Özne ile Mağdur ve Suçlu” arasında gerçekleşen etkileşim. Diğeri ise İngilizce ‘Shooting’: 1-Ateş etme, 2-Fotoğraf ya da film çekme kelimesinin anlamının ya silah ya kamera kastedilecek şekilde değişmesi.

Gerçek olay ile yansıtılan olay arasındaki değişim, etkileşim veya yanılsama üzerine kurulu bir enstalasyon.

12. Bienal’in küratörleri Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa kendilerine yalın bir hedef seçmişler. Estetik kaygılar taşıyan, ama içerikli de olan, kişisel olanın yanı sıra politik boyutunu kavrayabilenlere seslenen ve izleyiciyi dışlamayan bir bienal.

Eksik yönleri biraz didaktik; kafası karışık ve yorgun izleyiciyi göz ardı etmiş, biraz fazla dingin ve heyecandan yoksun sadece… Sergileme alanlarıyla beyaz küp olgusunun geçerliliğini yeniden sorgulamaya açan ama işte tam da bu yüzden biraz fazla muhafazakâr müze sergisi atmosferinden kurtulamamış bir bienal.

Sanatçıları, ağırlıklı olarak Latin Amerikalı olmak üzere farklı kuşaklardan gelen ve farklı yaklaşımları duyuran bir toplam oluşturuyor. Küratörlerinin ülkeleri, kendi kültürel geçmişleri ve ilgi alanları, bienalin sanatçı seçimini ve yapıtlarının niteliklerini belirleyen en önemli özellik oluyor.