A horse! A horse! My kingdom for a horse! Bir at! Bir at! Bir ata kırallığım!
William Shakespeare Richard III
Samuel Alexander ‘Sam’ Mendes, 1965 doğumlu bir İngiliz tiyatro ve film yönetmeni. Tiyatrodaki ününü özellikle Cabaret (1994), Oliver! (1994), Company (1996) ve Gypsy (2003) gibi müzikallerin karanlık ve karamsar yeniden canlandırmalarına borçlu. Türk (ve çoğunlukla dünya) izleyicisi Mendes’i daha çok yönetmiş olduğu ve gerek eleştirmenler gerek seyirciler tarafından beğenilen filmlerinden tanıyor: Aralarında En İyi Yönetmen ve En İyi Film ödülleri de olan 5 Oscarlı American Beauty (1999), Road to Perdition (2002), Jarhead (2005), o dönemde eşi olan Kate Winslet’in başrolünü oynadığı Revolutionary Road (2007) ve 2009 yapımı Away We Go.
Ünlü Amerikalı oyuncu, yönetmen, senaryo yazarı ve pop şarkıcısı Kevin Spacey Fowler, 1959’da doğmuş. Profesyonel oyunculuğa 1981’de küçük rollerle tiyatroda başlamış. 1990’ların başında sinemaya da geçmiş ve daha çok ‘karakter oyuncusu’ olarak isim yapmış. Uluslararası tanınma göreceli olarak geç bir yaşta, The Usual Suspects (1995) filminde aldığı En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar’ı ile gelmiş. Aynı yıl kariyerinin en ünlü manyak seri katil rolünü, jeneriğinde adının geçmediği ve filmin sonlarında bir kaç dakika göründüğü Se7en’da oynamış. 1999’da Sam Mendes’in yönettiği American Beauty ile Oscar’ı bu kez En İyi Erkek Oyuncu olarak almış.
İki çok ilginç film de yönetmiş. Albino Alligator (1994) ve Beyond the Sea (2004). Bu sonuncusunu hem yazmış, hem “Ben Bobby Darrin’i oynamak için doğmuşum” dediği baş rolünde oynamış, hem de filmde Darrin’in söylediği bütün şarkıları seslendirmiş.
Amerikalı oyuncu, son yıllarda sinema çalışmalarının yanında ilk göz ağrısı tiyatroya parlak bir dönüş yapmış. 2003’den beri İngilterenin en eski (kapılarını 1818’de açmış) ve en saygın tiyatrolarından The Old Vic Theatre’ın genel sanat yönetmenliğini yapıyor, ve her yıl en az bir oyunda sahneye çıkmaya gayret ediyor.
Oscarlı Spacey-Mendes ikilisi 2009’da, Londra ve New York tiyatrolarının en ünlü yeteneklerini klasik tiyatronun en ünlü eserlerinde, denizaşırı bir köprü ile birleştirmeyi amaçlayan üç yıllık bir projeyi yürürlüğe koymuş: The Bridge Project.
Üç yılboyunca, The Old Vic, Brooklyn Academy of Music ve Neal Street Productions’un katılımıyla gerçekleştirilen ve hepsini Sam Mendes’in yönettiği bu oyunlar, önce Old Vic Theatre’da sahnelenmiş, sonra da bütün dünyayı kapsayan turnelere çıkmış.
2009’da Çehov’un Vişne Bahçesi ile Shakespeare’in The Winter’s Tale’inin peşinden proje münhasıran Shakespeare’e odaklanmış ve 2010’da As You Like İt ve The Tempest sahneye konmuş.
The Bridge Project fikri oluşturulurken, Kevin Spacey’in projenin son yılında oyuncu olarak yer alması planlanmış. Baş rolünün oynadığı III. Richard bu iddialı projenin üçüncü ve son ayağı.
III.Richard, Shakespeare’in ilk oyunlarından ve, diğeri Hamlet olmak üzere, en uzun iki oyunundan biri. (Bizim izlediğimiz gece kısa bir ara dahil üç buçuk saat sürmüştü). “Yazar oyunda farklı üslupları olan sahneler inşa ediyor... Neredeyse ayinimsi yas sahnelerinin yanında siyasi entrikalara dair çok komik sahneler yazıyor. Bu şekilde, birbiriyle uyumsuz sahneler düzenlemekten, sofistike bir komediyle en derin trajediyi birlikte kullanmaktan korkmuyor.”(Sam Mendes).
Genç Shakespeare’in dehâsı bu üslup karmaşasından benzersiz bir bütünlük oluşturmasında. Böyle bir bütünleşmeye Sam Mendes’in akıcı yorumunun da katkısı büyük. Yönetmen, tarihsel oyunlardan ayırdığımızda, III.Richard’ın monarşi ve İngiliz tarihinden çok, iktidar hakkında bir oyuna dönüştüğünü ve bir anlamda modern bir diktatöre dair yazılmış ilk büyük portrelerden biri olduğunu söylüyor. Spacey-Mendes ikilisi, oyundaki olayların günümüzde, örneğin Hitler, Mussollini ya da Kaddafi ve Mübarek gibi kişilerle yaşanabileceği konusunda hemfikir. Trajik bölümlerin altı büyük bir başarı ile çizilirken (son savaştan önce, Richard’ın öldürdüklerinin hayaletlerinin, sahnedeki upuzun masanın birer ucunda uyuklayan Richard ve Richmond’un rüyasına girdikleri sahne olağanüstü), III.Richard,daha çok politik bir kara komediolarak yorumlanıyor ki, bence çok doğru ve parlak bir yorum.
Sanırım bu dinamik ve nükteli sahneleme izleyicinin de beğenisini kazanıyor. İki saati aşkın ilk bölümün ardından gelen kısa bir ara sonrası, ikinci bölüm seyirciden hiç fire vermeden oynanıyor.
The Bridge Project oyunları, yapısal olarak hem Old Vic sahnesinde oynanacak hem de bütün dünyada turneye çıkacak süperprodüsyonlar olarak tasarlanmış. Bu bağlamda, Mendes’in bence tiyatro dersi sayılabilecek ‘klasik bir oyunun modern yorumu’nu Tom Piper (sahne tasarımı), Catherine Zuber (kostüm) ve Paul Pyant (ışık) büyük bir başarı ile tamamlıyorlar. Piper, hem işlevsel, hem minimalist hem degörkemli bir dekor yaratmış. Sinema geçmişi Mendes’in bu dekoru Jon Driscoll’un projeksyonlarıyla zenginleştirmesine de yardımcı olmuş. Birinci bölümün finalindeki tiyatro-sinema işbirliği ise bir başka tiyatro dersi.
Shakespeare tiyatrosunda sık sık görülen, şekilden şekile giren, kimi zaman saray dalkavuğu, kimi zaman bir maskara veya bir şaklaban olarak karşımıza çıkan ve biraz da yazarın sözcüsü olarak en sivri taşlamaları yapabilen bir ‘soytarı’ karakteri vardır. III.Richard’da soytarı yoktur, çünkü soytarı kıralın ta kendisidir! Ve bu bir kolu sakat, kambur, bir omuzu düşük, ayağını sürüyen soytarı-kıral, oyun başlar başlamaz izleyiciye:
“Hoşnutsuzluğumuzun kışı, York’un bu güneşiyle parlak bir yaza çevrildi şimdi...” sözleriyle seslenir ve devam eder:
“Öylesine biçimsiz, öylesine başkayım ki herkesten / Yanından topallayarak geçtiğim köpekler havlıyor bana./ Flütlerin çalındığı bu uyuşuk barış zamanında / Bana hoş vakit geçirtecek bir uğraşım yok. / Ancak güneşte oturunca gölgeme bakıp / Kendi biçimsizliğimi kuruyorum.
Tatlı laflar edilen bu günleri geçirmek için, / Kimsenin sevgilisi olamıyorum madem,
Bu günlerin boş zevklerine tükürüp / Düzenler kurar, türlüalçaklıklar yaparım ben de.”
Bu doğrudan hitapla Richard, seyirciyesırlarını vermekle kalmıyor, onu ilk andan itibaren tüm kötülüklerinin suç ortağına dönüştürüyor.
Shakespeare, ‘epik tiyatro’ tekniğini Brecht’den üç yüz küsur yıl önce, Brecht’i bile kıskandıracak kadar doğru kullanıyor. Richard karakterinin, Sam Mendes’in de yakın durduğu bu pre-Brechtien yorumunu Kevin Spacey müthiş bir oyunculuk gösterisine dönüştürüyor.
Mendes, Spacey ile tanışmadan önce bile, The Usual Suspects ve Se7en’i izledikten sonra “Burada Richard’ı oynamak için doğmuş, teknik açıdan parlak bir oyuncu var” diye düşünmüş. Bu çok uzun oyunun neredeyse tamamında sahnede olan Spacey ise,
“Fiziksel ve duygusal açıdan talepkâr bir rol” diyor, “Dil konusunda maharet sahibi olmanızı ve ona kendinizi %150 vermenizi istiyor. Kendimi bu karaktere adamak için içkiyi, sigarayı, her şeyi bıraktım.” Spacey, sesiyle, diksiyonuyla, benzersiz beden diliyle, yaptığı her kötülükten müthiş keyif alan hınzır hainliğiyle, gerçekten de“Bobby Darrin’i değil, III. Richard’ı oynamak için doğmuş” dedirtecek kadar olağanüstü bir Richard portresi çiziyor.
İngiliz ve Amerikan tiyatrolarının pek çok ünlü oyuncusunun oluşturduğu kadronun tamamı çok başarılı ama, oyunun yapısı icabı, bu kalabalık kadronun işlevi biraz da Kevin Spacey’i
öne çıkarmak. İzleyicinin bu durumdan şikâyeti olmasa gerek ki Spacey oyunun sonunda uzun uzun ayakta alkışlanıyor.
Hepinize iyi seyirler.