Aşkta ve savaşta: Felsefe

 

Rubi ASA
19 Ekim 2011 Çarşamba

Henüz on sekiz yaşında bir Alman Yahudi’si olan Hannah Arendt, Martin Heidegger ile 1924 yılında Magdeburg Üniversitesi felsefe bölümünde tanışmıştı.

İlişkileri –ki bu sözcük aralarındaki bağın derinliğini yeterince anlatmak için yeterli değil– elli yıla yakın sürecekti. Birliktelikleri inişli ve çıkışlı, çatışmalı ve barışçı, öfkeli ve suskun her tür duyguyu içeren bir süreci bölüştü. Tutkulu bir aşk ilişkisi olarak başlayan ve yıllar geçtikçe pek çok dönüşüme uğrayan bu serüven her ikisinin aslında varlık sorunlarının bir ömür süren aşk ile biçimlenmesinin yanıtını aramaktaydı.

Arendt, duygularını bir kategoriye sığdırmanın olanaksızlığını Heidegger’e yazdığı bir mektupta şöyle ifade etmişti:“Hem sadık kaldığım hem de ihanet ettiğim ve aşkında her ikisini de yaşadığım adamsın.”

İlişkileri üç devreye ayrılabilir.1925 ile 1930 arası, ikisinin aşk yaşadıkları ve felsefeyi yaşamlarının odak noktası aldıkları dönem. Otuzlu yılların başlangıcı (Heidegger 1933’te Nazi Partisi’ne üye olmuştu) ile 1950’ler arası. Nasyonal Sosyalizmin yükselişi ve II. Dünya Savaşı dolayısıyla hayatlarının alt üst olup tamamen değiştiği dönem. 1950 ile 1975 arası Arendt’in girişimiyle eski ilişkilerini canlandırdıkları birlikteliklerini farklı boyuta taşıdıkları –daha doğrusu yeni bir ilişki geliştirdikleri– ve Arendt’in ölümüne dek süren dönem.

Heidegger ve Arendt ilişkisi çok tartışılmış; bu konuda araştırmalar yapılmış romanlar bile yazılmıştır. İlişkileri başladığında Arendt Heidegger’in öğrencisiydi ve aralarında 17 yaş fark vardı. Heidegger evliydi ve iki çocuğu vardı. Buna rağmen bu iki felsefeci farklı dünyaların farklı zamanların insanları bile olsalar aralarında süren aşka engel olamadılar. Ta ki bu eşsiz duyguya engelleyemedikleri ve tutkularıyla beslenen egoların ön yargıların ve hırsların karışmasına kadar.

Hannah için gençlik yıllarında dünya belirsizlikler ve muammalarla dolu bir yerdi. Bu muammalardan biri de, kafasını hep karıştıran Yahudi kökeniydi. Ailesinin Yahudiliğe bakışı aşırı laik ve dönemin Alman kültürünün izdüşümüne paraleldi. Buna rağmen Arendt çocukluğundan beri kendini kayıp, çaresiz ve korumasız hissediyor; bunun yanı sıra her zaman cesur bir görünüm sergilemeye de dikkat ediyordu.

Üniversitenin birinci sınıfındaki bu ürkek ve zayıf kız için Heidegger, hem bir aşık, hem bir dost, hem öğretmen, hem de koruyucu olmuştu. Arendt’in 1925’te yazdığı (Dei Schatten) Gölgeler adlı yapıtında, Heidegger’e çocukluğunun ve ilk gençliğinin derin korkularını, güvensizliğini ve kırılganlığını anlatmıştır. Bu naif anlatıma karşın aynı dönemde Heidegger ise felsefe dünyasına bomba etkisi yaratmış Varlık ve Zaman adlı yapıtını kazandırmak üzeredir. Yirminci yüzyılın en önemli felsefi makalelerinden olan bu yapıt günümüzde halen tartışılmaktadır.

Arendt ile Heidegger’in aşk, tutku ve nice farklı düşünce serüveni ile beslenen gelgitlerle dolu ilişkileri 1927 yılında bitti. 1929’da Arendt, biraz da mantığı etkisiyle Günther Stern’le evlendi. Evliliğinin ilk yılları Nazizm’in yükseldiği yıllar oldu. Yarı huzurlu yarı endişeli ama Alman toplumuyla hep barışık ve kültürüne hayran yıllar yaşadı. Oysa Yahudi olan Arendt buna rağmen Nazi döneminde tutuklandı ve ardından sorgulanıp salınınca da Fransa’ya kaçmayı tercih etti.

Yıl 1933 idi; Heidegger ise o dönem Nazi Partisi’ne üye olmuştu ve Freiburg Üniversitesi’ne rektör seçilmiş, talebelerine Nasyonal Sosyalizm ile Alman kültür değerlerinin köklerini birleştirmeleri gerektiği söylemleri içindeydi.

Her ne kadar ülkesini terk ettiyse de, Heidegger’in açık açık Hitler’e bağlılığını ilan etmesi Arendt’in onun hakkında hâlâ beslemekte direndiği umutlarını paramparça etmişti. O günden sonra Arendt, tüm yaşamı boyunca genelde Alman entelektüellerini, bu arada Heidegger’i de Hitler’i desteklemekle, batı kültürüne ihanet etmekle, körlük ve korkaklıkla suçlayacaktı.

Sürgünde olan Arendt bir yandan The Life of a Jewess: Rahel Varnhagen / Rahel Varnhagen: Bir Yahudi Kadınının Yaşamı adlı biyografiyi bitirmeye çalışıyor diğer yandan Aliyah gençliği için çalışıyordu. Bu örgüt Yahudi gençlerini Filistin’e göç etmelerini sağlamak üzere faaliyet gösteren bir birimdi.

Hannah aynı zamanda, ilerde The Origins of Totalitarianism / Totalitarizmin Kökenleri olarak yapıtlaştırılacak ve büyük bölümü antisemitizmin tarihini inceleyen çalışması için malzeme toplamaktaydı.

1937’de Günther’den boşanan Arendt 1940’ta tarihçi ve sürgün arkadaşı Heinrich Blücher ile evlendi.

Fransa da Nazi işgaline uğrayınca her ikisi Fransa’yı terk ederek yeni bir sürgüne, bu kez ABD’ye göç ettiler. Buna rağmen Arrendt ile Heidegger yazışmaya devam ettiler. Savaş yıllarının vahşetini Heidegger farklı, Arendt farklı yorumluyor, varlık ve zamanı başka başka bakış açılarıyla yeniden yorumluyorlardı. Arendt 1950’de Heidegger ile yeniden karşılaştığında (ki filozofun Nazi rejimi ile ne kadar yakından işbirliği yaptığı henüz açıklanmamıştı) Arendt’e eskisinden çok farklı nedenlerle gereksinim duyuyordu. Fakat süregelen bu görüşmeler, kökleri derinlerde saklanmış bir aşkın dünyevi değerlerle hesaplaşmasıydı. Heidegger’in artık hocalık yapması ve üniversitede kalması yasaklanmıştı. Adını temizlemek için beş yıl boyunca verdiği savaş Heidegger’i öfke ve nefret dolu bir düş kırıklığına sürüklemişti.

Ancak onun antisemitizmi ve Nazi yandaşı çalışmaları hakkında duyduklarından dehşete kapılmış Hannah ile yeniden buluşmaları Heidegger için çok keyifli olmamıştı. Hannah yine de onun hep yanına kadar gidip anlattıklarını dinledi. Suçlamaların bir dizi iftiradan başka bir şey olmadığına inandırdı onu Heidegger. Onun tarafından affedilmeye ihtiyacı vardı, çünkü böylece antisemitizm suçlamasından kurtulacak ve Hannah da onu Amerikan entelektüel çevresinde sahip olduğu prestijle bütün dünyada iyi niyet elçisi yapacaktı.

Mart 1952’de Yahudi Kültürü Yeniden Yapılanması Komitesi adına bir kez daha gitti Avrupa’ya Hanna Arendt. Şimdi ise savaş sonrası Nazi soykırımınınve Totalitarizm’in toplumsal etkilerini araştırmaktaydı.

Bu arada Marx üzerine yazacağı bir kitap için Marxizmin totaliter öğelerini araştırmayı planlıyordu. Totalitarizmin Kökenleri adlı kitabında Nazizm ile Bolşevizm’in benzer ideolojiler olduğu iddiası üzerinde durdu ve 1951’de yayınladığı bu yapıt ile Arendt dünya çapında ün sağladı.

Princeton Üniversitesi’nin müthiş prestijli Christian Gaus seminerlerini vermek için davet ettiği ilk kadın oldu.

Bunca onura bunca takdire rağmen Arendt ve bunca suçlamalara ve söylentilere rağmen Heidegger’in önlerindeki yirmi beş yıl yaşantıları hep birbirlerine bağlantılı kaldı. Sık sık görüşüyor, mektuplaşıyor, düşünce ve fikirlerini çatıştırıyorlardı.

Arendt ile Heidegger, aynı edebiyat eserlerinden, aynı şiirlerden, aynı tür müzikten derin keyif alıyorlardı. Heidegger onun için şiirler yazıyor, sevgi sözcüklerini gençliklerindeki gibi kullanıyorlardı. Ancak görünen bu durgun yüzeyin altında son derece elektrikli gerginlikler, varoluş hesaplaşmaları, karşıt duygular, çözümlenmemiş hak iddiaları ve her iki yanda da içten fakat savunmasız bir hınç kaynıyordu. Yazışma ve buluşmalarında uzun –kimi zaman yıllar süren– aksamaların nedeni buydu. Bu aykırı aşk öyküsü bize, anıtların da ölebileceğini, felsefecilerinde yaşlanıp küçük sırlarıyla içten içe acı çekebileceklerini, bir başyapıtın bile hayatı anlamlandırmaya yetemeyeceğini, bir zorba olan hafızanın en korkunç kâbusları bile tekrar tekrar diriltebileceğini gösterir.

Yaşanan bu aşkın izleri ikilinin ölümlerine kadar sürer, gerisi bir ömür boyu süren mektuplarında ve duygularında saklıdır. Bu iki aykırı tutkulu fakat farklı sevgili 1975 ve 76’da arka arkaya sessizce öldüler.

“Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır.”Hannah Arendt 

*Bu güzel aşk öyküsünü, bu sıra dışı birlikteliği Devlet Tiyatroları 2011 sezonunda Savyon Liebrecht’in metninden yararlanarak Özgür Yalım’ın yönetiminde ‘Aşkın Sıradanlığı’ adıyla sahneliyor.