Her 5-7 yılda bir ekonomik kriz çıkar diye bir istatistik var. Bu istatistik bana göre geçerliliğini yitirmekte. Sürekli bir kriz yaşamına girdiğimizi düşünüyorum.
Her 5-7 yılda bir ekonomik kriz çıkar diye bir istatistik var. Bu istatistik bana göre geçerliliğini yitirmekte. Sürekli bir kriz yaşamına girdiğimizi düşünüyorum. Bugün gelişmiş herhangi bir ülke krize girdiğinde, küreselleşmenin bir sonucu olarak tüm dünyayı etkiliyor. 34 gelişmiş ülkenin tamamının sorunsuz olma ihtimali de olmadığından, aynalarla dolu bir çıkmaz sokağa hoş geldiniz.
Eskiden dünya küresel değil miydi? Hep öyleydi. Fakat bugün bir fark var. O zamanlar ülkelerin ticari ilişkileri ihracat ve ithalat ile sınırlıydı. Fransızlar Türkiye’ye yine Renault satıyordu. Hem de en az şimdiki kadar. Yalnız son dönemde yetişen pratik zekalar yeni bir fikir buldu: Fonksiyonel entegrasyon. “Niye üretimi başka yerde yapmıyoruz?” fikriyle yola çıkan bu çok uluslu şirketler, üretimlerini sendika haklarının zayıf, iş gücünün yüksek, çalışma saatlerinin ‘insanlık dışı’ olduğu ülkelerde çok düşük maliyetlere üretip kârlarını katladılar. Bu iş hem o gelişmiş olmayan ülkelere yarıyordu çünkü onlar üretmişçesine GSYH’ları zıplıyordu, hem de bu firmalar daha yüksek kârlar yapıyordu. Haliyle bu işten en çok ekmek yiyen şimdiye dek Çin oldu, Hindistan da yolda.
Coğrafi sınırların birden yok olmasıyla her ülke iş bölümüne gitti. Herkes en iyi olduğu konuda uzmanlaşıp onu satmaya başladı. Sanayileşmiş ülkeler imalat ürünlerini üstlenirken, çevre ülkeler gıda ve tarıma yoğunlaştı. Kültür, politika ve coğrafyada olduğu gibi Türkiye yine ortada kalarak “ikisinden de” dedi. İmalat kısmında örneğin, Renault (Başta onla başladık diye ondan devam ediyorum) Türkiye’deki yan sanayi otomobilcilerden parça almaya ve bunu da pazarlık gücü olarak kullanmaya başladı. Yeni düzen her ülkede dengeleri değiştirdi. Son yüzyılda Amerika ve Avrupa’nın giderek artan üretkenliği, tıpkı bir zamanlar olduğu gibi tekrar Asya’ya kaydı. Üretimi yaptıranların dünya ticaretine yön verenler olması ve bunların üretimi ülke dışına aktarması, istatistikleri de değiştirdi. Artık Renault’nun Türkiye’de ürettiği Fransa’nın GSYH’sına değil ithalatına, bizim de ihracatımıza yazıldı, ticaret yapılmış oldu. Bu sayede dünyadaki toplam GSYH 1950-1998 arası altı kat artarken, uluslararası ticaret yirmi kat arttı. İhracat rakamları üretimi geçti, gitti.
Ardından iş daha da derinleşti. Üretip yaparak bu kadar para kazandırdığım firmayı neden satın almayayım düşüncesi gelişti. Hisse alım-satımı başladı. IMF’nin kriterleriyle, bir firmanın yüzde ondan fazla hissesini satın alan söz sahibi olabiliyor, kontrolü ele geçiriyordu. Yabancılar, ülkedeki iyi firmaları satın alıp o ülkenin ekonomisini domine etmeye başladı. Büyük şirketlere ortak olup firma sayısını azalttılar, piyasayı oligopolleştirdiler. Pazar güçleri arttı. Bu da işi bulandırdı. John Hans’tan, Ahmet Takashi’den satın alınca ülkeler kendilerini birbirlerine zincirledi, kilidi de denize attı. Kapitalizm tavan yaptı. Firmalar arası uçurum arttı, ülkeler arası azaldı. Alın size globalizasyon. İşte bu yüzdendir ki herhangi bir gelişmiş ülkede kriz çıkarsa, o ülkenin üretim yaptığı ülkeler, ihracat-ithalat yaptığı ülkeler, firmalarının satın aldığı şirketlerin ülkeleri zora girer. Gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerin bu zor durumu ‘bumerang’ misali ihracattan yaşayacağı sıkıntı dolayısıyla tekrar gelişmişlere yansır. Gider de gider... Bu yüzden demem o ki, Türkiye, Amerika ve Avrupa’da olan krizi çok fena ‘teğet’ geçer.