İşbirlikçiler: Churchill, Roosvelt ve Holokost

2. Dünya Savaşı sırasında ABD Başkanı olan Roosvelt, Avrupa Yahudilerini kaderleri ile baş başa bırakarak Hitler’e ummadığı bir destek vermiş oldu mu? Konu Yahudilere gelince müttefikler bir çifte standart uyguladı mı?

Marsel RUSSO Perspektif
26 Ekim 2011 Çarşamba

Roosvelt ve Churchill, Polonyalı direnişçilere havadan yardım sağlarken, Varşova Gettosu’nda ayaklanan Yahudi savaşçılara bu desteği neden vermemişlerdi? Miğfer Devletleri’nin kontrolü altındaki topraklarda özel harekâtlar düzenleyerek abluka altındaki Yunan halkına ulaşırken, bu çabayı, Avrupa’nın genelinde sefalet içinde yaşayan Yahudi toplumlarından neden esirgemişlerdi?

Avrupa Yahudiliğinin Büyük Savaş süresince yaşadığı felaket, totaliter siyasi yapıdan beslenen Nasyonal Sosyalist ideolojinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Nürnberg duruşmaları esnasında sanık veya tanık olarak dinlenen imha makinesinin sadık taşeronlarının neredeyse hepsi, konu ile ilgili kendilerine yöneltilen suçlamalara rüyadan uyanmışçasına yaklaşmışlar ve soykırımın alenileşmesi sürecini “bir soruna geliştirilen olağan bir çözüm” olarak değerlendirmişlerdir. Düdük çalmış, kuralları topluma empoze edilmiş, toplumun da sahip çıktığı ve sonunda 6 milyon Yahudi’nin canına mal olmuş bir oyun bitmiştir.

Elie Wiesel bir konuşmasında şöyle der:

“Acı olan şudur ki: Eğer devletler topluluğu Almanya’nın Avusturya’yı ve Çekoslovakya’yı işgaline tepki verseydi; Amerika Avrupa’dan daha fazla mülteci kabul etseydi; İngiltere, daha fazla Yahudi’nin tarihi yurtlarına gitmesine izin verseydi; Müttefikler örneğin Birkenau’ya giden demiryollarını yalnızca bir kez bombalamış olsalardı, bu trajedi önlenebilir, en azından sınırlandırılabilirdi…”

Sessiz kalanların, gelişen olaylara kayıtsız davrananların, bile bile ölüme yollanan insanlara sırt çevirenlerin en az fiile katılanlar suçlu oldukları, geriye bakıldığında bugün kabul edilen bir gerçek. Bu anlamda bazı çevrelerin, dönemin Amerikan Başkanı Roosvelt’i ve İngiltere Başbakanı Churchill’i suçladıkları biliniyor.

Alexander J. Groth geçtiğimiz aylarda yayınladığı “Accomplices: Roosvelt, Churchill and the Holocaust – İşbirlikçiler: Roosvelt, Churchill ve Holokost” adlı kitabında konuyu tartışmaya açıyor. 

Roosvelt’in destekçileri kitabın başlığından mutlaka ki hoşlanmayacaklardırlar. Ancak Groth bu yakıştırmayı yapan ilk kişi değil. Daha savaş yıllarında, 1943’te ‘The New Republic’ yayınladığı başyazıda Washington’a büyük suçlamalar yöneltiyordu: “Anglo Sakson ülkeler şu anda davrandıkları gibi davranmaya devam ederlerse – Yahudi katliamına sessiz kalırlarsa – tarihin en dehşet verici dönemine Hitler ile birlikte imza atacaklar.”  Dönemin Hazine Bakanı Henri Morgenthau Jr. da 1944’te yaptığı bir açıklamada Roosvelt yönetiminin Avrupa Yahudilerini kaderleri ile baş başa bırakarak Hitler’e ummadığı bir destek verdiğini ifade ediyordu.

O dönemlerde Morgenthau ve diğer bazı gazeteci ve toplum önderlerinin fark ettiği bir gerçek müttefiklerin konu Yahudilere gelince korkunç bir çifte standart uyguladığıydı. Kitap birçok kaynaktan alıntılar yaparak bu riyakârlığı ortaya koyuyor. Roosvelt ve Churchill, örneğin Polonyalı direnişçilere havadan yardım sağlarken, Varşova Gettosu’nda ayaklanan Yahudi savaşçılara bu desteği vermemişlerdi. Miğfer Devletleri’nin kontrolü altındaki topraklarda özel harekâtlar düzenleyerek abluka altındaki Yunan halkına ulaşırken, bu çabayı, Avrupa’nın genelinde sefalet içinde yaşayan Yahudi toplumlarından esirgemişlerdi. Auschwitz’in beş mil yakınını düzenli olarak bombalarken bu ölüm fabrikasını hedefleri arasına almamışlardı. Değişik yönlerden binlerce insanı kamplara taşımak için özenle döşenmiş demiryolları da es geçilmişti. Ele geçirdikleri savaş esirlerini Atlantik ötesine taşımak için gemiler bulmuşlar, söz konusu Yahudilerin güvenli bölgelere nakledilmesi olunca olanaklarını birden tüketmişlerdi.

Kendisi de bir Holokost kurtulanı olan Groth, kitabında bunları sıralarken çok daha çarpıcı bazı noktaları da ortaya koyuyor.

Hem Roosvelt hem de Churchill savaş esnasında ateşli konuşmalar yaparak halkı ve müttefik ordularını gayrete getirmeye çalışırken, “ne özel ne de açık beyanatlarından hiç birinde Yahudilerin kitlesel katlinden söz etmemişlerdir…” Roosvelt savaş süresince 400’den fazla basın toplantısı yapmış ancak bu konuyu hiçbir zaman gündeme taşımamıştır. 1940 yılındaki bir basın toplantısında gazetecilerden biri Yahudi mültecilerin sorunlarından söz edince, konunun Yahudi kılığına girmiş Almanların marifeti olduğunu söyleyip soruyu geçiştirmiştir. Groth, Başkan Roosvelt’in tüm konuşmalarında köpeğinden, Yahudilerin sorunlarından daha fazla söz ettiğinin altını çiziyor.

Amerika’daki birçok Yahudi kuruluşu ve insan hakları örgütünün gündeme getirdiği Yahudi soykırımı Roosvelt yönetimi tarafından her defasında bin bir neden öne sürülerek rafa kaldırılmıştır. Yahudilerin kurtarılmasına karşı çıkanların savundukları, Amerikan topraklarına gelecek binlerce Yahudi’nin buradaki sosyal ve ekonomik dengeyi bozacaklarıydı. Oysa Amerika ve müttefik ülkelerin tümü savaş endüstrisinde çalıştırılacak insan sıkıntısı içinde bulunuyorlardı. Daha da ötesi, ironik olarak, müttefikler esir düşen Mihver askerlerini tarım ve inşaat işlerinde çalıştırıyor, bu açığı böyle kapatma yoluna gidiyorlardı.

Bazıları, 1920’li yıllarda Kongre’nin çıkarttığı muhaceret yasasının Roosvelt’in elini kolunu bağladığını ifade eder. Ancak yönetimi esnasında aşılması öylesine zor bir bürokrasi yaratır ki, Hitler’in 1933 – 1945 arasındaki iktidarı süresince Alman – Avusturya vatandaşlarına ayrılan kotanın yalnızca yüzde 35 kadarı dolar. Nitekim araştırmalar ‘Nihai Çözüm’ün hayata geçirildiği dönemde 190.000 kişilik bir kotanın kullanılmadığını gösterir. Bu kıyıma uğrayan nüfusun çok küçük bir miktarıdır, ancak yine de önemli bir sayıyı ifade eder.

1917 Balfur Deklarasyonu ile Yahudi ulusal yuvası olarak ilan edilen Filistin toprakları ise Yahudilerin göçü konusunda listeye bile giremez. Arapların karşı çıkmasından çekinen Londra, Yahudilerin vaat edilmiş topraklara göçünü neredeyse tamamen kısıtlamıştı[1]. Oysa Yahudilerin bu topraklara göç edebilmesi bir ölüm kalım meselesi idi, Araplar içinse basit bir siyasi güç gösterisi…

İki liderin savaş sonrası yayınlanan yazışmalarında da Yahudi katliamı ile ilgili bilgi aktarımı olmadığı, kitaplaştırılan anılarında da konuya çok fazla önem vermedikleri görülmektedir. Churchill’in 3.000 sayfalık savaş tarihi kitabında birkaç cılız bilgi notu dışında konu hiç gündeme gelmemiştir. Bu notlardan biri Dışişleri Bakanı Anthony Eden’e hitaben yazılmış ve Yahudi soykırımının tarihin en acı olaylarından biri olduğu yorumunu getiren satırlar. Buna karşılık Eden de savaş sonrası yayınlanan kitabında Avrupa Yahudiliğinin yazgısı hakkında hiç bilgi aktarmamış, yorumda bulunmamıştır.

Nazi zulmünün Alman kontrolü altındaki topraklarda hızla sürdüğü dönemlerde Başkan Roosvelt’in Yahudi örgütleri ve kanaat önderlerinin randevu taleplerini geri çevirdiği ve tüm bu süreçte, sonuçları kayda geçmeyecek kadar cılız olan beş toplantın yapılabildiğini not etmekte fayda var. General Eisenhower ordularının Avrupa’ya batıdan girmeye başladıkları andan itibaren havadan Alman kontrolündeki topraklara atılan bildirilerde toplama kamplarından söz edilmekte… Ancak ‘Yahudi’ kimliğinin, nedendir bilinmez, metinde yer almadığı ve “kamplardaki insanlardan” bahsedildiği, kitapta yer alıyor.

Savaşın kaderine bu denli etki yapmış iki büyük liderin Yahudi Son Çözümüne bu denli kayıtsız kalması nasıl izah edilebilir değildir. Pearl Harbor baskını ile ateşin içinde çekilen ve Mihver Devletlerini durdurmak adına amansız bir seferberlik ilan eden Başkan Roosvelt’in Yahudi katliamını görmezden gelmesini nasıl yorumlamak gerekir?

Eskiden beri Yahudilerin Filistin topraklarındaki çalışmalarına yakından tanık olan Başbakan Churchill, Avrupa Yahudiliğini kaderine terk ederken, Araplara mı göz kırpıyordu, yoksa hiçbir zaman onaylamadığı Balfur Deklarasyonu’nun intikamını mı alıyordu? İngilizlerin Arapları kızdırmamak ve onları Almanların kucağına itmemek fobisi daha savaşın başlarında nafile bir durum haline gelmişti. Filistin’deki Arap toplumunun siyasi lideri olarak kabul edilen Kudüs Müftüsü Hacı Emil El-Hüseyni’nin Kasım 1941’de önce Roma sonra da Berlin’e yaptığı ziyaretler ve görüşmelerdeki beyanları, İngilizler açısından zaten diplomatik bir başarısızlıktı.

Hür dünyanın bayraktarlığını yapan her iki liderin Yahudilerin konumları ile ilgili etkin yerlere antisemit düşünceleri ile tanınmış kişileri atamaları, konuya zerre kadar ilgi duymadıklarını ifade ediyordu. Amerikan tarafında Breckinridge Long[2], İngiliz tarafında Lord Moyne[3], durumun Yahudiler açısından içinden çıkılamaz hale gelmesinde önemli rol oynamışlardı. Belki de Yahudileri kurtarmanın veya onlara yardım etmenin siyaseten prim yapmayacağına kani olmuşlar olanları görmezden gelmenin daha avantajlı olacağını hesaplamışlardı.

Elie Wiesel’den devamla, “Bizler, hür insanlar, tepkisizliğin bir seçenek olarak benimsendiği durumları şiddetle ret etmeliyiz. Tepkisizlik her zaman saldırgana yardımcı olur, kurbanlara asla… Ve hafıza tepkisizliğe en kesin cevabı veremeyecekse neye yarar?”


[1] Şubat 1939’da Londra’da toplanan St. James Konferansı gelecek beş sene içinde Filistin’e Yahudi göçünü 15.000 kişi ile kısıtlar. Durum Mayıs 1939’da yayınlanan Beyaz Kitap’ta yer alır.

[2] Amerikan Dışişleri Bakanlığının Avrupa’daki mültecilerin durumu ile ilgilenen bölümünün başındaki bürokrat. Koyu bir Hıristiyan geleneğine bağlı antisemit bir kişilikti.

[3] Londra hükümetinde Ortadoğu işleri ile ilgili devlet bakanı. Kasım 1944’de Kahire’deki evinin girşinde Lehi grubu tarafından öldürüldü.