Aylardır beklediğim bir festivaldi Film Ekimi. Gösterilen filmlerin hemen hemen hepsi festivallerden bol ödülle dönmüş, eski, yeni günümüzün en yetenekli oyuncularına yer vermiş ve eleştirmenleri ayakta alkışlatmıştı. Kısa sürede çoğu filmin biletlerinin tükendiğini varsayarsak festivalin başarılı olduğunu söylemek de yanlış sayılmaz. Gittiğim filmler arasında The Artist, Martha Marcy May Marlene ve Melancholia vardı. The Artist konseptine hayran kaldığım 1920’ler esintili sessiz bir filmdi. Martha Marcy May Marlene ise Sundance’de ödülleri süpürmüş sürpriz bir psikolojik-gerilim örneğiydi. Fakat yazımın asıl konusu Kristen Dunst’a Cannes’da En İyi Kadın Ödülü’nü getiren eşsiz dram Melancolia.
Melancholia yılın en fazla medya ilgisi gören filmi olabilir. Fakat bu ilgi filmin içeriğinden çok Cannes’da yaşanan skandalla alakalı. Bildiğiniz gibi filmin usta yönetmeni Lars von Trier’in antisemit esprisi birçok tartışmaya yol açmıştı. Yönetmenin bu yorumları, filmi sizden soğutmasın çünkü gerçekten yılın en iyi filmi olmaya aday bir çalışma olmuş. Yapım hikâyesine gelince, filmin temeli Lars Von Trier’in depresyon tedavisi sırasında atılıyor. Ünlü yönetmenin terapisti, depresiflerin, baskı altında kaldıklarında sessiz ve tepkisiz olduklarını savunuyor. Bu düşünce yönetmenin ilgisini çekiyor ve filminin konusunda, yeni evli depresif bir gelinin dünyayı sona erdirecek felaket karşısındaki tepkisini işliyor.
Filmin açılış sahnesi, sizi en baştan müziği ve görüntüsüyle büyülemeye yetiyor. Sanat yönetmenliğinin, filmi eşsiz yapan anahtarlardan biri olduğunu söylemek gerek. Açılış sahnesinin ardından filmin ilk yarısını oluşturacak olan bir düğün ekrana yansıyor. Bu düğün bildiğiniz düğünlerden değil; gelin son derece manik depresif bir tavır sergiliyor. Gelinini bu duruma sokanın, çevresi olduğunu anlıyoruz. Egoist ve işkolik patronu, evlilik karşıtı annesi, fazla mükemmeliyetçi kayınbiraderi, gelini her geçen saat daha güçsüzleştiriyor.
Melancholia’nın ölüm ile bağı filmin ikinci yarısında başlıyor. Gelini ağır bir depresyonda görüyoruz. (Kirsten Dunst özellikle bu sahnelerde eşsiz bir performans sergiliyor.) Yemek yemek, duş almak gibi günlük ihtiyaçları dahi yapmakta zorlanan ve ablası Claire’in yardımına muhtaç kalan gelin zamanla iyileşmeye başlasa da depresyonu filmin son sahnesine kadar tedavi edilemiyor.
Gelinin depresyonu ile beraber Claire’i endişe içinde görüyoruz. Melancholia adlı gezegen dünyaya her daim yaklaşıyor ve astrolojik bilgilere sahip kocasının aksine Claire Melancholia’nın dünyaya çarpacağına inanmaya başlıyor.
Felaketin yaklaşmasıyla filmde ölüme karşı dört tepki gözlemliyoruz. Gelin depresyonundan kaynaklanan bir sakinlik içinde ve ölümü kabullenmiş durumda. Claire ölümün yaklaşmasıyla daha da endişeleniyor ve bu bir paranoyaya dönüşüyor. Claire’in kocası John felaketin kapıda olduğu fikrine inanmıyor ve ölüm düşüncesini tamamıyla inkâr ediyor. Claire’in küçük çocuğu Leo ise bu konuda tamamen masum ve felaketin yaşanacağına dair hiçbir fikri yok.
Filmde gözlenilen bu dört tepki sizi düşünmeye zorluyor. Böyle bir durumda tepkim nasıl olurdu? Ölüm kapıyı çaldığında hangi duyguları hissederim? Ben böyle bir durumda korku içinde kalırdım ve ölüm düşüncesi her saniye kafamda dolanırdı. Bu yüzden Claire ile aynı tepkileri vereceğimi düşünüyorum. Fakat bence bir insanın yaşamını yaşayabilmesi için ölümü kabul etmesi gerekiyor. Çünkü ölüm yaşamın bir parçası ve bu parçayı inkâr etmek, bu parçadan kaçmak veya bu parçadan habersiz kalmak bizi ancak her daim daha mutsuz ve korkak yapabilir. Ölümü kabul etmediğimiz bir yaşam bizi yaşamdan da maruz bırakır. Bu yüzden her zaman ölümü kabullenip şimdiyi yaşamalıyız.
Melancholia her açıdan izlenilmesi gereken bir film. Filmin sonunu size sürpriz bırakmak istiyorum. Filmi Ocak ayında vizyonda izleyebilirsiniz.