Şabat bağlantı zamanıdır. Hem dostluk hem de destek için bir sistem oluşturur. Benmerkezcilikten uzaklaşır birbirimize yaklaşırız. Şabat her birimiz arasında o kadar güçlü bağlar kurar ki ortaya çıkan keyif ve mutluluk haftanın kalan günlerini de olumlu olarak etkiler.
Malcolm Gladwell, Türkçeye ‘Çizginin Dışındakiler’ adıyla çevrilen ‘Outliners’ kitabında İtalya’nın güneyindeki Roseto kasabasında yaşayan insanların etkileyici hikâyesinden bahseder. 19. yüzyılın sonunda Rosetolu göçmenler daha iyi bir hayat aramak için Amerika’ya geldiler. Bunlardan birkaç bini Pennsylvania eyaletinin doğusundaki tepelere yerleştiler ve kurdukları yeni kasabaya Roseto adını verdiler.
1950’li yıllarda Oklahomalı Doktor Stewart Wolf, yerel tıp derneğinde bir konuşma yapmak üzere Roseto’ya davet edilir. Orada karşılaştığı bir hekim kendisine “Roseto’da 65 yaşından küçük insanlarda kalp hastalıklarına hemen hemen hiç rastlanmaz,” der. O yıllarda, tüm Amerika’da 65 yaş altındaki erkeklerin en önde gelen ölüm nedeni kalp krizleriydi. Henüz kolesterol düşürücü ilaçlar piyasaya sürülmemişti, by-pass ameliyatları da yapılmıyordu.
Dr. Wolf meseleyi incelediğinde şaşırtıcı verilerle karşılaşır. 65 yaş altındaki kimsede kalp sorunu yoktur. 65 yaş üstündekilerin kalp rahatsızlıklarının oranı ise ülke ortalamasının yarısıdır. Ölüm oranı beklenenin yüzde 35 altındadır. Ayrıca kasabada intihar, alkolizm, madde bağımlılığı gibi vakalar hemen hemen hiç yoktur ve suç oranı oldukça düşüktür. Kısacası, Roseto’daki insanların büyük bir bölümü yaşlılıktan ölmektedirler.
Bulgular çok şaşırtıcıdır.
Hem hekimlerin hem de sosyologların katıldığı geniş çaplı bir araştırma başlatılır. İlk varsayım, Rosetoluların sağlıklı ve doğal Akdeniz diyetini uyguluyor olmalarıdır. Bu varsayım kısa sürede çürütülür; halk hem yağlı yemekler yemekte hem de hiç egzersiz yapmamaktadır.
İkinci aşamada kasabada yaşayanların genetik tabloları, İtalya’da yaşayan akrabalarıyla karşılaştırılır. Araştırma sonucunda İtalya’daki akrabalarının diğer insanlar gibi kalp ve damar hastalıklarına yakalandıkları saptanır.
Ve son olarak, bilim adamları Roseto’nun konumunu araştırırlar, belki buranın suyu ve toprağı halkı hastalıktan koruyor diye. Roseto kasabasına komşu kasabalarda kalp hastalıklarının yine yüksek olduğu sonucu ortaya çıkınca bu hipotez de çürütülmüş olur.
Bu ilginç fenomene cevap arayışındaki Dr. Wolf ve ekibi şehirde gezinirlerken, Roseto halkının birbirlerini sıkça ziyaret ettiklerini, evlerin önünde ve sokaklarda fırsat yaratıp birbirleriyle sohbet ettiklerini fark ederler. Rosetolular birbirlerine çok bağlı bir cemiyettir. İnsanlar birbirlerinin evlerine rahatça girebilmekte, hal hatır sorabilmektedirler. Yemekler, davetler, kutlamalar ve cemiyet etkinlikleri sürekli yapılmaktadır. Kültürlerinde ayrıca duanın da özel bir yeri vardır.
Araştırma sonucunda, bu özel toplumun olağanüstü iyi sağlık durumlarının tek açıklaması olarak ‘büyük aile’ ve ‘cemaat hayatı’ çıkar. Kısacası, bu toplumun olumlu ruh halleri bireylerinin sağlıklarını da olumlu anlamda etkilemektedir.
Bu hikâyeyi okuduğumda aklıma tabii ki Şabat ve Şabat’ın Yahudi yaşam dokusundaki özel yeri geldi.
Şabat aileye ve cemaate odaklanılan özel bir zaman birimidir. Ailemiz ve dostlarımızla cuma akşamı ve cumartesi günü sofraya oturur, şarkılar söyler, sohbet eder ve Tora öğreniriz. Sinagoga gider cemaatimizle, ailemizle ve arkadaşlarımızla olan bağlarımızı yenileriz. Tüm kutsamalar için T-nrı’ya dua ve şükür ederiz. Uzun yürüyüşler yapar, birbirimizi ziyaret eder, birbirimizin evlerine rahatça girer, güler eğleniriz.
Şabat bağlantı zamanıdır. Bize hem dostluk hem de destek için bir sistem oluşturur. Benmerkezcilikten uzaklaşır birbirimize yaklaşırız. İnsanları yüceltip güçlendiren cemaat kutlamaları ile hayatımızdaki yabancılar yavaş yavaş tanıdık yüzlere dönüşürler. Hatta Şabat her birimiz arasında o kadar güçlü bağlar kurar ki ortaya çıkan keyif ve mutluluk haftanın kalan günlerini de olumlu olarak etkiler.
Kısacası, Şabat yalnızca ruhumuzu yüceltmez, sağlığımıza da iyi gelir.
***
Günümüzde bütün hafta çalışan birinin haftada bir gün izin yaparak dinlenmesinden daha doğal bir şey yoktur. Ama eski çağlarda durum böyle değildi. Bu yüzden haftada bir izin günü uygulaması o dönemde devrim niteliğindeydi. Yahudilik dışında hiçbir kültürde haftalık izin günü kavramı mevcut değildi. Tüm eski dinlerde kutsal günler vardı ama bu günlerin hiçbirinde iş ve çalışma yasağı uygulaması yoktu.
Şabat o kadar radikal bir düşünceydi ki Yahudiler eski çağın hiçbir medeniyetine bunu anlatabilmeyi başaramamışlar, hiçbir dile doğru tercüme edememişlerdi.
Kendini işten alıkoyarak kutsallaşma fikrine yabancıydılar. Eski uygarlıklarda, güç uygulayarak tanrılara benzeşebileceği düşünülürdü. Hâlbuki Yahudiler “durarak, dinlenerek, düşünerek ve T-nrı’nın yarattığı şeylerin iyi olduğunu görerek” T-nrı’ya benzeyebileceğimizi söylediler. Diğer uygarlıklar dinlenme kavramını bir türlü kavrayamadılar çünkü onlar yalnızca güce, yaratıcılığa ve değişikliğe önem verirlerdi. İşin tuhaf tarafı Eski Yunanlılar, dünyanın şu ana kadar gördüğü en yaratıcı kültüre sahipti. Ölümsüz sanat, mimari, edebiyat ve tiyatro eserleri yarattılar. Büyük İskender’in imparatorluğu antik çağdaki en büyük askeri güçtü. Fakat II. Ptolemi’den yüz yıl sonra düşüşe geçtiler ve hiç bir zaman eski parlak günlerine ulaşamadılar.
Medeniyetler de, aynı insanlar gibi, yorulurlar ve çökerler. Pil reklamındaki tavşan gibi, pilleri bitene kadar koşarlar koşarlar. Yedi günde bir dinlenen Yahudilerin ise pilleri hiç bir zaman bitmedi. Biz hep koşmayı sürdürdük.
Ve olağanüstü olan Şabat’ta dinlenme gibi devrimci bir düşüncenin bugüne kadar gelebilmesidir. Şabat’ın 3000 yıllık tarihinde, çalışma ve iş dünyası beden işçiliğinden modern endüstriye ve bugünkü karmaşık teknolojiye doğru ilerledi. Bütün bu değişimler olurken, Şabat anlamlı ve öncü kimliğini hep muhafaza etti.
Zaman içinde bir vaha olarak bugüne kadar kalbimizi ve ruhumuzu yenilemeyi sürdürdü. Ve 21. yüzyılda Şabat’a olan ihtiyacımız eskiye göre kat be kat arttı çünkü çağdaş yaşamda yalnız başkalarına değil kendimize de yabancılaşır hale geldik. Gelin, her iki sorunu da mercek altına alalım.
***
İlk olarak, başkalarına yabancılaşmaya bir bakalım. Günümüz toplumunda, Roseto halkı gibi birbirimize kenetlenmiş olarak yaşamamız hemen hemen imkânsız. Akrabalarımız ve dostlarımız, mahalle, şehir, ülke hatta kıta değiştirebiliyorlar. Her gün, tanıdıklarımızdan çok daha fazla tanımadıklarımızı görüyoruz. Bu büyük kalabalıklar içinde ilgisiz, kayıtsız ve yalnız olmak çok kolay. Ama Yahudiler Şabat’a bakmaya başladıkları zaman yabancılar birdenbire yakın hale gelirler ve ortaya güzel bir cemaat tablosu çıkar.
Deena Yellin, dini kurallara riayet eden Yahudi bir gazetecidir. Yazıları, New York Times, Newsday, Jerusalem Post gibi gazetelerde yayınlanıyor. Bir gün onun Şabat’ın Yahudi toplumsal hayatını nasıl güçlendirdiğini anlattığı bir yazısını okumuştum.
Deena, New York’tan Chicago’ya ailesinin yanına gitmek üzere uçağa binmişti. Diğer yolculara göz atarken Yahudi radarı hemen devreye girdi. Çoğunluğu iş adamı olan yolcuların arasında kipa takan birkaç kişiyi, bir Hasid’i ve ucunda Şaday olan bir kolye takan bir kadını fark etti.
Ortak kültürlerine rağmen, Deena onlarla tanışmak için özel bir istek duymadı. Yabancıydılar ve New York’ta yaşadığı için tanımadığı insanlarla selamlaşMAma geleneğinden gelmekteydi.
Tüm uçaklar havalanırken, Deena’nın içinde olduğu uçak beklemekteydi. O sırada pilotun anonsu geldi: “Chicago’daki olumsuz hava şartları ve fırtınadan dolayı uçak 3 saat geç kalkacak.”
Deena sinirli bir şekilde saatine baktı. Genelde, Cuma öğleden sonraları seyahat etmekten kaçınırdı, bir tek yaz aylarında bu riske girerdi çünkü Şabat başlangıcı akşam sekizden önce değildi.
Saatler geçiyor, uçak hâlâ hareket etmiyordu. Deena inişten sonra valizlerini almadan hemen bir taksiye atlarsa Şabat’a yetişeceğini hesap etmişti. Diğer din kardeşlerine bir göz attı. Kipa takanlar da sürekli saatlerine bakmaktaydılar. Hasid ise cep telefonuyla konuşuyordu. Deena, benzer stratejiler izlediklerini düşündü.
Sonunda uçak havalandı. Ama inişe yarım saat kala pilot Chicago havaalanının kapandığını bu yüzden mecburen Milwaukee’ye ineceklerini duyurdu. Deena midesine bir taş oturduğunu hissetti. Mum yakma vaktine bir saat kalmıştı. Kesinlikle Şabat’a yetişemeyecekti. İş hayatındaki birçok dindar Yahudi gibi, Şabat’ı kaçırmaya ramak kaldığı birçok durum yaşamıştı ama hiç bir zaman bilerek Şabat’ın kutsiyetini ihlal etmemişti. Şimdi ise mahsur kalmıştı.
Kipalılar ve Şaday kolyeli hanım uçağın arkasına geçmişlerdi, onlara birkaç kişi daha katıldı. İşte Şabat, yabancıları bir araya getirmeye başlamıştı bile. Deena da onların yanına gitti ve kendini tanıttı. Genç bir adam “Milwaukee’de uçaktan ineceğiz,” dedi. Hasid, Milwaukee’deki Habad hahamı ile temasa geçmişti. Haham, mahsur kalan tüm yolcuları ağırlayacağını söylemişti. Hasid herkese hahamın çağrısını iletti, Deena da çağrıyı kabul etti. Hayal kırıklığı içinde eşyalarını toplamak üzere koltuğuna döndü çünkü bu hafta sonunu ailesiyle birlikte geçirmeyi aylardır planlıyordu.
Yan koltukta oturan Yahudi olmayan yolcu onu şaşkınlıkla izleyip olan biteni anlamaya çalışıyordu. Deena anlatınca, yolcunun şaşkınlığı birkaç kat arttı. “Doğru mu anlıyorum? Sen hayatında hiç görmediğin bir şehirde, tanımadığın insanlarla birlikte, tümüyle sana yabancı bir ailenin yanında geceyi geçirmek için uçağı terk mi ediyorsun?” Deena o anda Şabat’ın hoşnutsuz birkaç yabancıyı nasıl bir anda arkadaş haline getirdiğini ve ne kadar şanslı olduğunu düşündü.
Uçak inince, koltuk arkadaşı umutsuz gözlerle veda ettikten sonra Deena artık dostlarının arasında olduğunu fark etti. Kadının biri çantalarını taşımada yardım etmeye çalışırken, Hasid onun taksi parasını ödeme jestini yapıyordu. Hahamın evine geldiklerinde, haham ve ailesi onları kapıda yıllarca görmedikleri kayıp akrabalarını görmüşçesine coşku içinde karşıladılar.
Milwaukee’de güneş batmaya hazırlanırken, Rebbetzin (hahamın eşi) onları evlerinin içindeki beyaz örtülü, ışıldayan tabaklar ve kiduş bardakları ile dolu Şabat sofrasına buyur etti. Deena, Şabat mumlarını yaktığında, tüm grubun yüz ifadelerinin huzurla dolduğunu fark eti.
Bütün bu olanlardan sonra, Deena Şabat mumlarının ilk ışıltılarıyla dünyanın durduğunu mutluluk içinde hissetti. Geleneksel Şabat yemeği sırasında, haham konuklarına Baal Şem Tov’dan öyküler aktardı ve Milwaukee’ye gelişlerinin kötü bir rastlantı değil T-nrı’nın isteği olduğunu söyledi.
Sofradan uzun bir süre kalkmadılar, stresli bir günün ardından bulundukları bu ruhani sığınağın tadını çıkardılar. Çok yorgun olmalarına rağmen kimse yatıp dinlenmeye yanaşmıyordu. Ertesi sabahki canlı Şabat tefilasının ardından yine güzel bir yemek masasına oturup hayatlarından, kariyerlerinden ve hayallerinden konuştular. Cumartesi akşamı herkes yolculuklarının kalan bölümüne devam etmek ve dış dünyaya dönmek üzere hahamın evinden ayrıldı. Deena ilk olarak eşine telefon etti. Eşi, endişe içinde Deena’nın kimlerle Şabat’ı geçirdiğini sordu. Deena, kendisine bu Şabat konukseverliğini yaşatan yeni dostlarını ve Şabat’ın Yahudileri bir araya getirme gücünü eşine nasıl anlatabileceğini düşündü.
Ve birdenbire gerçeği fark etti: Annesinden babasından, eşinden, evinden çok uzaklarda seyahatin amacına ulaşmıştı. Şabat’ı ailesiyle birlikte geçirmişti.
***
Ne mutlu ki, bizim Yahudi cemaatinin bir parçası olabilmek için Milwaukee’de mahsur kalmamıza gerek yok. Burada, evimizde, cemaatimizde bunu yapabiliyoruz. Şabat Yahudi milletini tek büyük bir aile haline getiren bir olgudur. Aramızda, odaları, evleri, mahalleleri, şehirleri, ülkeleri hatta kıtaları aşan bağlar kurar.
İçimizde ve ailemizde sessiz bir değişim devrimi başlatarak cemaatimizi de değiştirebiliriz. Toplu olarak derin bir nefes alalım ve sevdiklerimizle birlikte olmanın keyfini telaşsız bir şekilde yaşayalım. T-nrı bizim yorgun ve bitkin değil mutlu ve ruhani anlamda yenilenmiş olmamızı istiyor.
Bu yüzden Şabat’ı hatırlayalım.
Rav Mendy Chitrik
devam edecek