Hırvatistan maçı öncesinde bir “gerçek oyunumuz” sözüdür gidiyordu. O bahsettikleri oyun, eğer son Avrupa Şampiyonası’ndaki son dakika mucizeleriyle dolu istisnalar zincirlemesiyse, çok yanılıyoruz. Bu, tüm halkın kenetlenmesi, olağanüstü mücadelemiz ve sansımızın da arkamızdan üflemesiyle elde edilmiş bir başarıydı. Ama hiçbir zaman standardımız olmadı.
Türkiye, play-off ilk maçında Hırvatistan’a İstanbul’da 3-0 yenildi ve (eğer gazetenin basıma hazırlandığı gün bir mucize gerçekleşmezse) elendi.
Tıpkı reklamlarda olduğu gibi acımasız gerçekler bize üç kere öpücük kondurdu ve gitti.
Maçtan önce dinlendiğim yorumcuların, okuduğum yazarların çok büyük kısmı aynı lafları dile getiriyordu: “Türkiye’nin oyuncu kalitesi Hırvatistan’ın çok üzerinde, biz gerçek oyunumuzu oynarsak onları anında al aşağı ederiz.” Tahminim o ki, hepsi birbirini dinliyor, hafif değiştirip aktarıyor gazeteye, programa. Klasik Hababam’dan kalma kopya çekme mantığı.
Öncelikle bir “gerçek oyunumuz” sözüdür gidiyor. O bahsettikleri oyun, eğer son Avrupa Şampiyonası’ndaki son dakika mucizeleriyle dolu istisnalar zincirlemesiyse, çok yanılıyoruz. Bu, tüm halkın kenetlenmesi, olağanüstü mücadelemiz ve sansımızın da arkamızdan üflemesiyle elde edilmiş bir başarıydı. Ama hiçbir zaman standardımız olmadı. Bunu bir netleştirelim.
Sonra, bizim oyuncu kalitemiz öyle kim çıkarsa çıksın, o efsanevi oyunumuzu oynarsak gerisi vız gelir cinsten değil. Artık bizim futbolcularımız da Avrupa’nın en iyi takımlarında oynuyormuş. Şöyle bir baktım, kadromuzda Avrupa’da oynayan oyuncu sayımız iki. Biri Hamit, diğeri Arda. Hamit de takımında sürekli forma giyen bir oyuncu değil. Arda da La Liga’nın on birinci sıradaki takımında oynuyor. Bazı gerçeklerle yüzleşelim.
Gelelim maçın ikinci dakikasına. Gol yiyoruz, takım darmadağın. Hırvat takımı günlerdir hırs dolu açıklamalarla maçı beklerken, her türlü senaryoyu düşünmemiz gerekirdi. Bu senaryolara maçın başında gol yeme de dahil. Takımda bir tane ortalığı sakinleştirecek, “beyler bir sakin olun” diyecek oyuncu yok. Buna en yakın isim olan Emre, sinir küpü. Gol sonrası iki pasın yapılamadığı, Arda’nın top toplayıcı çocuklara olan telaşlı hareketleriyle dolu dakikalar izledik.
Tüm bunları eğitim sistemine bağlardım, ama bunu daha önceki yazılarda hep yazdım. Ne eğitimin değiştiği, ne de sporun önemine dikkat çekildiği var. İşin kötüsü, yerimizde de durmuyoruz; sporun sosyal, ekonomik, kültürel öneminin halka aktarılmasında, tam gaz geri gidiyoruz.
Tüm bu “gerçeklerin” yanında, bir de hâlâ takım kültürünün milli takım hissini ezip geçmesi var. İkisini birbirinden ayırıp, destek verdiğimizi ben - 22 yaşındayım - görmedim. Volkan’a ve Emre’ye orada son birkaç maçtır küfür ediliyor Galatasaraylı, ama “Türkiyeli” olmayan taraftarlar tarafından. Gelgelelim, ne bir yaptırım var, ne de başka bir sahiplenme.
Bunların tespit edilmesi lazım, bir daha maçlara alınmaması lazım, para cezası verilmesi lazım, ya da o stadyuma milli maç verilmemesi lazım.
Ama futbolcunun arkasında durmak gerekiyor. Dahası bunun futbolcuya hissettirilmesi gerekiyor.
Güneş ışınlarının Dünya’ya ulaşması 8,5 dakika sürüyor, yani biz güneşe baktığımızda 8,5 dakika öncesini görüyoruz.
Ben de bu takıma baktığımda hâlâ 10-15 yıl öncesini görüyorum. Maalesef bir adım bile ilerlemedik.