Epeydir başucumda, çalışırken, okurken, yürürken, hatta uyurken Bach Viyolonsel Süit’lerini dinliyorum.
Müzik arşivimden farklı solistlerden olan yorumlarını bir süredir ayırdım. Misha Maisky, Mistslav Rostropovich, Jaquoline Du Pre, Paul Tortelier, Yo Yo Ma; her biri ayrı bir tat, her biri yorumlarıyla ve kattıkları duyguyla farklı bir dünyaya götürür gibi beni.
İçlerinden en etkilendiğim ve başyapıtım Yo Yo Ma’nın 1983 kayıtlı süitleri. Yaklaşık 25 senelik bu kaydı ilk dinlediğim günden bu yana her yeni yorumcuyla dinlemeye çalışır hep onunla istemeden de olsa kıyaslarım. Ama sonuçta hep bu efsane kayıt rafımın sağ köşesinde yine en çok dinlediklerim arasında yerini alır.
Johan Sebastian Bach 1720 yılında bu süitleri bestelediğinde sadece kilise orgculuğu veya dini müzik alanındaki besteciliği ile değil, enstrümantal müziğe yönelmesiyle, bestelerine halk dilini zevkini, dansını katmasıyla da gelenekselleşmiş hatta tabulaşmış değerleri yıkabilmişti. Kontrpuan tekniği, farklı iki melodiyi birbiriyle uyumlu hale getirirken icra edilebilme şeklinde anlatılabilir. Bach’ın bu yenilikçi müzikal yöntemi, kilise ve dönem otoritelerince karşı bulunulsa da sonunda müzik dünyasında yerini almıştır. Ana melodiye paralel yazılan ve matematiksel bir dizge gösteren notalar, bire iki, bire üç gibi türleri olan müzikal strüktürün rasyonalitesinin tüm çıplaklığıyla algılanan şekline sahiptir.
Viyolonsel süitlerinin bestelendiği yıllardan tam elli yıl önce Hollandalı düşünür Baruch Spinoza başyapıtı Etika’yı kaleme almış ve aynen René Descartes ve Leibniz ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmişti.
Spinoza Etika’yı bir tür geometrik yönteme göre yazmıştı. Kitabın her bölümünde, önce gerekli tanımları, ortaya koyup, sonra bir dizi hatırlatmalar ve göndermeler yaparak teoremden teoreme geçerdi. Yapıtın birinci bölümünde, biricik, öncesiz-sonrasız, sonsuz, yaratılmamış olan varlığını kendinden alan ve her şeyi kavrayan Tanrı’yı ele almıştır. Tektanrıcı büyük dinlerin dilini konuşmasına karşın Spinoza’nın Tanrı’sı, onların Tanrı’sından apayrıdır. Spinoza’ya göre Tanrı bir kişilik değildir, doğayla özdeştir, her şeyde bulunur ve her varlığın yaşamını yaşamak için dünya içinde kendini gösterir. Çünkü Tanrı, yalnızca özünün gereği olarak hareket etmektedir ve onda, olabilir ile gerçek birbirine karışır. Öncesiz-sonrasız bir varlık olan Tanrı, bizim ancak ikisini (yer-kaplama ve düşünce) bildiğimiz sonsuz sayıda yükleme sahiptir. Spinoza bu düşüncelerden hareketle tümtanrıcılık öğretisinin, hem akılcı, hem de gizemci biçim içindeki en eksiksiz açıklamasını yapmıştır.
İnsan, Spinoza›ya göre doğanın tamlaştıran parçasıdır ve dolayısıyla Tanrı’nın da tamlaştıran parçasıdır. İnsan, bedeniyle, kendisini, evrenin bütünsel mekanizmasının bir parçası olarak görüp tanır, düşüncesiyle de, insan topluluğunun üyesi ve Tanrı›nın doğasına kökten bağlı bir varlık olarak tanır. Bu tanımlanan bilgiyle, insanoğlu, öncesiz-sonrasız düşünceyle, yani Tanrı’yla özdeşleşebilir.
Zamanında anlaşılmayan pek çok filozof gibi Spinoza da yanlış anlaşılmanın ve anlaşılmamanın muhatabı olmuş, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir.
İşte o yüzyılların iki önemli kişiliği olan J. Sebastian Bach ile Baruch Spinoza karşılaşmış olsalardı ve birinin müziğine, ötekinin felsefesine ne olabilirdi. Böyle bir karşılaşmayı düşleyenlerden biri de yaşamında her ikisini de tanımış olan Hollandalı Rabbi De Cardozo idi. İnsan düşünmeden edemiyor.
Spinoza Barok muydu?
Bach döneminde işlevleri ne olursa olsun (İster dinsel, ister dünyevi) müzik bir ‘saf efektler’ dünyasıdır. Bu dünya Spinoza’nın Etika’sının üçüncü bölümü olan De Afectibus ile benzer anlamlar taşır. Duygulanışlar ve bütünlenişlerle anlatılmak istenen Spinoza ifadeleri, Tanrı’ya kavuşma ve Tanrı’yla bir olmanın engin sevincini yaşama duygusunu hissettirir. Tıpkı bir Bach bestesinde bize benzer duyguları yaşattığı gibi. Fakat Bach Spinoza kadar cesur değildi. Spinoza ‘gelenekleri kırma’ peşindeydi. Oysa Bach gelenekleri kırmaya asla girişmedi ve ne yaptıysa her şeyi ‘yasanın olanak verdiği derinlikleri’ fethederek gerçekleştirdi. St.Matthew’s Passion’unda bu açık seçik belli olur. Tanrı’yı yasayla kucaklar onla acılar çeker ve bütünleşir. Aynen Spinoza gibi Tanrı’yı yapıtına davet eder; allayıp pullamadan, bütün basitliği ve sadeliğiyle. Tıpkı Spinoza’nın Etika’sının ‘De Deo’ başlıklı ilk kitabı gibi.
Peki, yasa neydi ve ne ifade ediyordu? Başkaldırı olanaklı değil miydi? Bilinen o ki Bach’ın döneminde müzikte geçerli olan kuralların hemen tümüne uyum sağlandığıydı. Bestelerinin hepsinde kontrapuantal yazım, enstrümantal tekillik, diyalektik varyasyon, formel yapı, hepsi bir uyum içindeydi. Adeta matematiksel düzen yerleşikti, aynen dönem mekanistik düşüncesine ve felsefi yaklaşımına da uygundu.
Spinoza’yı bir yasa aleyhtarı sayarsak Bach’ta her şey onun ideallerine zıt bir bakış açısıyla ele alındığı sonucuna varabiliriz. Bach bestelerinde “önceden programlanmış armonik yapıyla” gerçekten inancının ön planda yansıdığı yapıtlar üretti. Seslerin düzeniyle varlıkların düzeni ve kutsal bağ tam tamına bir arada uyum içindeydi. Batı müziği bununla başladı diyebiliriz. Ve aynı Bach uyumsuzu erteledi. Nereye, ne zamana kadar? Belki Beethoven’e kadar; bence daha da ötesi Schönberg’e kadar, hatta günümüze kadar. Onun ertelediğiyle karşılaştığımız bu an batı müziğinin tarihi de kapanmıştır diyebiliriz.
Bach ile Spinoza karşılaşmış olsalardı bize ne kazandırırlar, ortak ne anlatırlar, birbirlerini nasıl etkilerlerdi acaba, bunu asla öğrenemeyeceğiz.
Ve artık bir şeyleri ertelemeyeceğimiz bir çağda yaşadığımızı biliyoruz.