“Belki de yaşadığımız en büyük boşluk kendi küçük dünyamızda. Sevgisizlik dört bir yanı sarmış, yaşamak ise pamuk ipliğine bağlı ve diken üstünde. Burası ölüm dolu bir gökyüzü. Her gün her yerde farklı bir savaş var. Giderek büyüyor. Giderek büyüyor. Bütün renkler gri. Her yer karanlık. Ve biz kendi bencil hayatımızda yaşamaya devam ediyoruz. En büyük savaşımız da ailemiz”.
Faruk Barman’ın günümüz insanının yaşadığı güncel ve toplumsal konuların işlendiği, çağdaş tiyatronun en iyi oyunlarını seyirci ile buluşturabilmek için kurduğu yanetki, Serkan Üstüner’in başarı ile yönettiği ve NTV/MSNBC tiyatro jürisi tarafından 2011 tiyatro sezonun en iyi 5 oyunundan biri seçilen Martin McDonagh’ınyalnız batı isimli kara komedisinin ardından Philip Ridley’in Leaves of Glass /Cam Yapraklar’ını sahnelemeye başladı.
1964’de doğup büyüdüğü Londra East End’de yaşamaya ve çalışmaya devam eden Philip Ridleyçok yönlü bir sanatçı. Eğitimini resim dalında görmüş, çeşitli sanat dallarıyla (resim, fotoğraf, edebiyat, sinema, müzik, tiyatro) uğraşmış. Resimleri Avrupa’da ve Japonya’da sergilenmiş. Öğrenci iken çizmiş olduğu The Epic Fail of Oracle Foster adlı karakalem dizisinden ‘Corvus Cum’, ilk sergilenişinde olay yaratmış, perde arkasına alınmasını isteyenler bile olmuş... (Penisi siyah bir kuş olan bu adam resmi sıfırnakotaiki’nin Ridley oyunu Kâinatın En Hızlı Saati’nin broşüründe yer alıyordu.)
Öyküler, romanlar, çocuk kitapları, yeniyetmeler için oyunlar ve The Krays filminin senaryosunu yazan, bir kısa ve ikisini kendi oyunları The Reflecting Skinve The Passion of Darkly Noon’dan uyarladığı, diğerini özgün olarak sinema için yazıp yönettiği Heartless olmak üzereüç uzun metraj film çekmiş olan Ridley, 1991 tarihli ilk uzun oyunu ‘The Pitchfork Disney/Korku Tüneli’ nden başlayarak 2011’e kadar yazmış olduğu, aralarında Kâinatın En Hızlı Saati ve Kürklü Merkür de olan sekiz oyunla 1990 sonrasının en önemli İngiliz yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir .
Leaves of Glass /Cam Yapraklar, Ridley’in bizde sahnelenen dördüncü oyunu. Darısı diğer dördünün (Ghost from a Perfect Place, Vincent River, Piranha Heights,Tender Napalm) başına.
Cam Yapraklar, bir babanın intiharının oğullarının yaşamındaki yıkıcı etkiye odaklanıyor. Babalarının Steven 15 ve Barry 10 yaşlarındayken ölmesi iki kardeşin devamlı uzak durmaya çalıştığı bir konu. Anneleri Liz (Şerif Sezer) de, bu intiharın yaşamlarında açtığı derin yaraları kabullenmekten kaçınmakta, öylesine söylenmiş gibi duran acaip imâlarla geçiştirmektedir. Steven ona çay servisi için yardım önerdiğinde neredeyse keyifle “annemi, babamı, kocamı gömdüm; sanırım bir çay ve birkaç bisküiyi taşıyabilirim” diyebilmektedir.
Seyirci olarak ilk izlenimimiz, en çok hasar gören kardeşin, ilk kez karşılaştığımızda alkol krizinde yere yığılmış olarak karabasanlar görmekte olan ve ürkünç bir hayalet adamdan korkan Barry olduğudur. Yetenekli bir ressam olmasına karşın ağabeyi Steven’ın şirketinde ayak işlerine bakmakta olan Barry’nin kararsız ve düşüncesiz davranışları sabrını taşırsa bile, Steven, onu içkiden uzak tutmaya ve toparlamaya çalışmaktadır.
Ancak başarılı iş adamı Steven, her an boşalacak bir yay gibi gergindir. Eşi Debbie ile doğru dürüst iletişim kuramamakta, kardeşinin gözlerinin içine bakamamakta ve annesini ziyarete gittiğinde çay fincanlarının sımsıcak çınlaması odadaki hortlakları farketmesini engellememektedir.
Debbie’nin hamileliği, Pandora’nın kutusunun açılması gibi, Steven’ın sağlam ve tutarlı görünümünün altında ne kadar yaralı olduğunu ortaya çıkaracaktır.
Steven, unutulması güç monologlarında, babasının ‘virüs’ kaptığında kendini bir bahçe kulübesine kapattığı günleri, bir kış günü ortadan kayboluşunu ve daha sonra bir kanalda buz tabakasının altında bulunmasını, babanın akıl hastalığına ve ölümüne ait acı dolu bölük pörçük anılarla anımsarken, nasıl derinden yaralanmış olduğunu da ortaya koyacaktır.
Cam Yapraklar’da, Kürklü Merkür’ün tokat gibi şiddetinden eser yoktur. Burada farklı bir cinayet işlenmektedir: her ailede daha az veya daha çok işlenmekte olan gerçeğin katledilmesi. Ve burada, çarpıtılmış anılardan, kelimelerden, bakışlardan ve suskunluklardan doğan şiddet Kürklü Merkür’ünkünden daha az tehlikeli ve daha az ölümcül değildir.
Cam Yapraklar’ı 1987 yılında doğan, sıfırnoktaiki’de Korku Tüneli, Bazı Sesler ve Disosya Harikalar Dünyası oyunlarını yöneten Sami Berat Marçalı yönetiyor. Bu genç yazar-yönetmenin 22 yaşında iken sahneye koyduğu ve Korku Tüneli ile ilgili yorumumda: “Bu kadar alt metin içeren, her an düşle gerçek arasında bir sırat köprüsünde oynanması gereken bir oyunu neredeyse çocuk yaşta bu kadar doğru yorumlamak. Pes doğrusu!”diye yazmıştım. İkinci yönetmenlik denemesi Bazı Sesler en az birincisi kadar etkileyiciydi. Henüz görmemiş olduğum (ve gelecek yazımda ele alacağım Disosya Harikalar Dünyası’nı da sayarsak Cam Yapraklar sahneye koyduğu dördüncü oyun. Ve henüz 25’ine girmiş birinin çalışması olmasına rağmen gerçekten usta işi bir yorum.Özellikle oyunun çarpıcılığını yüzümüze in-yer-face vura vura değil de hissettirerek, satırlar arasında okutarak vermesi bence çok doğru. Steven’e monologlarını neredeyse fısıldayarak söyletmesi ve Steven ile Barry’nin nihayet konuşabildiği -ve kanımca oyunun doruk noktası olan- sahneyi mum ışığında oynatması bu başarılı yorumun en etkileyici sonuçları.
Marçalı, ‘ikincikat’ın böyle bir oyun için yetersiz kalabilecek alanını çok iyi kullanmış. Bir iki aksesuar ve bir kaç parça mobilya ile çok mekânlı işlevsel bir ortam oluşturulmuş. Masa lambalarının, abajurların ve mumların kimi zaman ışıklandırmanın asal elemanları olarak kullanılışı ve yakılıp söndürülen ışıklarla izleyicinin mekân ve sahne değişimlerine yönlendirilmesi çok parlak bir buluş.
Tiyatroda her zaman olduğu gibi, başarılı yorumu, başarılı bir oyuncu kadrosu destekliyor.
Neredeyse bir kült filme dönüşen İncir Reçeli ile tanımış olduğumuz Melike Güner, Debbie olarak çok farklı bir karakter çiziyor ve doğallığıyla Steven’ın gerilmişliğine bir karşıt oluşturuyor. Yılların oyucusu Şerif Sezer, Liz’in gerçekleri reddedişini neredeyse kara mizaha kaçan bir yorumla canlandırıyor. Tiyatroda ilk kez seyrettiğim Ulaş Tuna Astepe oyunu izlediğim gecenin en başarılı oyuncusuydu. Krek’de Bartu Küçükçağlayan‘dan Bayrak’ı devraldığını duymuş olduğum bu genç, Mimar Sinan’dan yeni mezun olmuş. Çok başarılı bir Barry; özellikle bedenini kullanışından çok etkilendim. İzlerseniz, oyunculukta beden dilinin ne kadar önemli olduğunu siz de bir kez daha farkedersiniz.
İzleyicinin salona alındığında karşısında bulacağı ve son ışığı söndürüp çıkana kadar oyunda kalan Faik Ergin (Steven) oyunun en büyük yükünü taşıyor. Steven’in kasılmışlığı kadar kırılmışlığını da başarı ile seyirciye aktarıyor.
Benim izlediğim gece, oyunun çıkışında Sami Berat Marçalı performanstan pek memnun kalmadığını , oyunun sarktığını ve 90 dakikalık süresinin fazlaca aşıldığını söylüyordu. Sami’nin istediğini elde edene kadar oyuncularını ne biçim çalışacağını tahmin edebiliyorum. Ben bu haliyle de bayağı memnun kalmıştım; demek ki sizler daha tempolu ve daha etkileyici bir gösteri izleyeceğiniz için benden şanslısınız.
Hepinize iyi seyirler.