Dünyanın en büyük demokrasilerini bir yönetim krizi ele geçirmiş gibi duruyor. ABD, Avrupa ve Japonya’nın bir süredir siyasi – sosyal – ekonomik problemlerle uğraşıyor olması bu anlamda sürpriz olmamalı… Küreselleşme, seçmenlerin hükümetlerinden talep ettikleri ile hükümetlerin seçmenlerine sunabildikleri arasında, gitgide açılan bir mesafeye neden oluyor. İyi yönetilmeye artan istek ile bunun arzında yaşanan tutarsızlık günümüz batı dünyasının karşısındaki en önemli zorluk.
Endüstriyelleşmiş toplumlardaki seçmenler hükümetlerinden yaşam standartlarında görülen düşüşe çare bulunmasını, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımından kaynaklanan ve gittikçe artan eşitsizliklerden daha az etkilenilmesi için yeni politikaların üretilmesini, göçmen hareketlerinin etkin şekilde kontrol altına alınmasını, küresel ısınmaya karşı net adımlar atılmasını, nihayetinde küreselleşmenin getirdiği tüm olumsuzluklara duyarlı olunmasını, talep ediyorlar. Demokratik sistemlerin ve siyasi yapıların seçmenlerin taleplerini gerektiği gibi karşılayamaması yalnızca basit “bir memnuniyetsizlik” yaratmış değil, aynı zamanda halkı temsil etmek için seçilen kurumların meşruiyetini de tartışmaya açmış durumda.
Siyasi ve ondan öte toplumsal sonuçları olan bu sorunlar esasında talihsiz bir döneme rastlıyor. Uluslararası toplum, gücün ve servetin yeniden dağıtıldığı şiddetli bir sarsıntı sürecinden geçiyor. Bu süreç öncesinde, küreselleşmenin liberal toplumların lehine bir zemin oluşturacağı tahmin ediliyordu, zira bu toplumların kuvvetli çekim alanları yaratacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Ancak görülen o ki, Kuzey Amerika, Avrupa ve Doğu Asya’nın parlayan liberal ekonomileri bu süreçten son derece olumsuz etkilendiler. Bunun önemli bir nedeni, bu ülkelerin olgunlaşmış sosyal – ekonomik sistemlerinin dünyaya ve küreselleşmeye açık ve savunmasız olmaları…
Brezilya, Hindistan, Türkiye gibi yükselen demokrasiler, ekonomik akışkanlığın gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru kaymasından olumlu etkilendiler. Çin ise, bir adım öte, yükümlülüklerinden gittikçe sıyrılarak, bu olumlu rüzgârı arkasına almayı bilmiş gibi görünüyor. Bu anlamda ‘devlet kapitalizmi’nin alternatiflerine oranla daha şanslı olduğunu söylemek gerek, en azından şimdilik. Dolayısı ile batı için tehlikede olan yalnız liberal kapitalizm değil aynı zamanda modernitenin batılı değer yargıları içindeki algılanışıdır. Liberal demokrasiler bu ikilemlere tutarlı modeller geliştiremedikleri sürece, 21. yüzyıl politikaları ciddi şekilde çıkmazda olacaktır.
Küreselleşme orantısız zenginlikler yaratmış ve yakın bir geçmişe dek, gelişmiş ülkelerin refah seviyelerini daha önce görülmemiş bir şekilde yükseltmiştir… Ancak aynı zamanda batının içine düştüğü derin sorunların da kaynağı olmuştur. Öte yandan, coşan yatırımlar, ticaret ve etkin haberleşme ağları toplumların birbirlerine olan bağımlılıklarını arttırmış ve bunun sonucu olarak, demokratik olmayan devlet yapılarının ve popüler ayaklanmaların önü açılmıştır. Üretimden kaçış ve hizmetlerin dışarıdan tedarik edilmeye başlanması, mali dengesizlikler ve sermaye fazlalıkları, artan krediler ve borsa kağıtlarına atfedilen hayali değerler, nesiller boyu yaşanmamış bir güvensizliğe neden olmuştur. Bu anlamda 2008’de başlayan ekonomik krizin etkilerinin çarpıcı olduğunu söylemek gerek, ancak bu krize yol açan nedenlerin çok daha önceleri görülmeye başlandığının da altını çizmekte fayda var. Nitekim son yirmi yıllık süreye bakılacak olunursa, lider demokrasilerde çalışanların maaşlarına, içinde bulundukları yapıların küreselleşmeden elde ettikleri ilave refahın çok altında zam yapıldığı, hatta bazı durumlarda zam bile yapılmadığı, görülecektir. Bu anlamda, küreselleşme, zenginlerini yarattığı gibi, bunun çok fevkinde fakirini de oluşturmuştur.
Üç neden ve bir öneri
Bu gerçekler iş döngülerinin yan ürünleri değildir… Benzer şekilde, mali sektörleri disiplin altına alacak kararların alınmamış olmasından, vergi kesintilerinin ya da benzer araçların kullanılmamasından ya da sisteme geç entegre edilmesinden de kaynaklanmış değildir. Entegre olan sisteme düşük maaş alan çok büyük sayıda işçinin katılması, teknolojinin artması ile üretimde görülen patlamanın iyi yönetilememesi, eşitsizlik ve adaletsizliğin dalga dalga artmasının en önemli nedenleri gibi duruyor. Ürün arzının gerçek talebin çok önünde hayat bulması çalışanların ciddi bedel ödemelerine neden oldu. Daha de ötesi, çevreye duyarsızlık, istenmeyen göçmen hareketleri, terörizm ve uluslararası suçlar gibi unsurların artması, zaten küreselleşmeden dolayı büyük sıkıntı içinde bulunan batılı seçmeni daha da bunalımlı hale getirdi. Bir de internet üzerinden servis edilen ideolojik kutuplaşmayı da unutmamak gerek.
Böylesi bir tablo ile karşı karşıya kalan insanlar, batı demokrasilerinde, kendilerine yönetmek üzere seçtikleri kişilerin harekete geçmesini ve sorunlarını çözmelerini bekliyorlar. Küreselleşme, bir yandan böylesi büyüyen bir ihtiyaca, öte yandan hükümetlerin bu talebin yerine getirilmesi için geliştirdikleri politikaların yetersiz kalmasına neden oluyor. Bunun nedenlerini üç ana başlıkta toplamak olası…
Öncelikle küreselleşme liberal demokrasilerin kullandıkları bazı siyasi enstrümanları çok daha keskin hale getirdi. Örneğin Washington, ekonomik performansı yönetebilmek için para politikalarını daha sık kullanmaya başladı. Ancak içinden geçilen kriz ortamında ve daha önce rastlanmamış bir borç yükü altında, ekonominin bu gibi dışarıdan müdahalelere çok da açık olmadığını söylemek gerek. Bir de unutmamak gerekir ki bu gibi kararlar dünyanın diğer yerlerinde alınanlarla anlam ifade ediyor, küreselleşen yaşantı içinde. Pekin yönetiminin Yuan’ın değeri konusundaki tutumu, AB’nin Avrupa’yı esir alan krizi yönetmedeki isteksizliği, önemli borsaların bu gibi durumlara verdikleri tepkiler, hatta Hyundai’nin pazara sürdüğü yeni modelin başarısı bile, Washington’da – veya başka bir başkentte – alınan kararları etkileyebiliyor… Avrupa demokrasileri öteden beri ulusal ekonomik performansı para politikaları ile yönlendirdiler. Ancak Euro’nun birlik parası olarak hayata geçmesi ile bu aracı terk ettiler. Japonya, son yirmi yıl değişik stratejiler denedi, ancak hiçbirinden istediği sonucu alamadı.
Sonuçta kabul etmek gerekir ki globalleşen bir dünyada demokrasiler gelişen olayları öncekinden daha az kontrol edebiliyorlar.
İkincisi sorunların hallinde gerekli uluslararası işbirliği eksikliği… Batılı seçmenin çözülmesini istediği problemlerin laiki ile yoluna konmasında böylesi bir işbirliğinin gereği çok fazla, ancak son senelerde görülen o ki bunu başarmak bir yana, zemin oluşturmak bile olası değil. Gücün batıdan diğer merkezlere dağılması “mutfakta çok fazla aşçı olduğunu” gösterir… Dolayısı ile artık benzerlerin kendi aralarında aldıkları kararlar sonuca giden yolda yeterli olmuyor. Tersine, işbirliğinin çok değişik ve kafa yapıları birbirinden farklı devletler arasında yapılması gerekiyor. ABD dünya ekonomisini yeniden dengeye oturtmak için G8’lerden değil G20’lerden açılım bekler durumda artık. Ancak üyeleri, gelişmişliğin değişik seviyelerinde olan ve ekonomik yaklaşımları birbirinin uzağında bulunan bu topluluktan sonuç almak çok kolay değil. Küresel ısınmaya olan tepki ya da İran’a uygulanacak ambargonun ne şekilde hayata geçirileceği gibi sorunlara bakış ciddi bir sapma gösteriyor G20’lerde.
Son olarak, seçmenler mutlu oldukları ve bir nokta etrafında toplandıkları sürece demokrasiler çevik ve canlıdırlar. Ortak paydada birleşememe ya da belli bir mutabakat içinde olamama durumunda ise durum tam tersine döner: O zaman demokrasiler beceriksiz ve tembel olurlar… Dolayısı ile oluşacak modeller, çıkar gruplarının memnun edilmesi, kamusal ahengin sağlanması gibi durumlarda, eş deyişle refahın paylaşılması durumunda, başarı kazanır. Olay fedakârlık talebi ile çerçevelenirse başarılı olma şansı hemen hemen yok gibidir. Ancak şu da bir gerçektir ki, batılı ekonomileri düze çıkartmak için gerekli olan tam da fedakârlığın kendisidir. Bu talep seçmenlerin siyasi erkin politikalarını desteklememeleri riskini barındırmaktadır.
Batıdaki yönetim krizinin yeni siyasi modellerin şekillenmesi ile birlikte anılıyor olmasını sürpriz olarak nitelememek gerek. Ekonomik ve siyasi güç, İkinci Dünya Savaşı sonrası bunu elinde tutan merkezden hızla uzaklaşıyor ve çemberin dışına doğru geçiyor. Dünyanın en şeffaf ülkeleri küreselleşme ile birlikte büyük zafiyet yaşar, kontrolü yitirirken, Çin gibi otoktarik yapılar, yönettikleri topluma yaklaşımlarını, merkezi karar alma, medya üzerinde sansürün etkin hale getirilmesi ve devlet kontrollü ekonomik yönetimlerle, her geçen gün sertleştiriyorlar.
Bu anlamda gelişmiş ülkeler durumlarını dengeye getiremezlerse, hayatın onlar için daha vahim hale gelmesi işten bile değil. Burada gerekli olan demokrasi – kapitalizm – küreselleşme arasındaki bağların, üzerlerindeki gerginlikten arındırılmaları. Öylesi bir 21. yüzyıl reçetesine ihtiyaç var, hiç şüphesiz. Bu yeni siyasi gündem, politik ekonominin popüler kontrolünü sağlamalı, böylece hem küresel pazarların taleplerine hem de geniş halk kitlelerinin isteklerine model oluşturabilmelidir. Böylece refah ile fedakârlık adilane bir şekilde dağıtılabilecektir.
Charles A. Kupchan, The Democtaric Malaise / Foreign Affairs – Ocak / Şubat 2012 sayısı
Charles A. Kupchan Georgetown Üniversitesinde “uluslararası ilişkiler” profesörüdür.