60’lı yılların sonu, 70’li yılların başı olmalı. Henüz ilkokul yıllarım. Bir yandan Şişhane’de evimizin hemen yakınındaki Musevi 1. Karma İlkokulu’na gidiyor, bir yandan da tatillerde ve boş zamanlarda babamın Sirkeci’deki dükkânının yolunu tutuyorum. Trafik o denli yoğun değil daha. Andon Pastanesi’nin köşesinden dolmuşlara biniyorum. Şansım olursa Sirkeci’ye kadar giden bir dolmuşa rast geliyorum, olmadı Eminönü’ne kadar gideni her zaman var. O zaman Mısır Çarşısı’nın önünde inip, Yeni Camii’nin ve Nimet Abla’nın önünden geçiyorum. Çocuk aklımla bellediğim noktalar var: Hacı Bekir, Mario Gabay, Doğubank… Oradan da karşıya geçiyorum. Muradiye Caddesi’nin sağ köşesinde ‘rakip plakçı’ Ara Bey’in dükkânı var. Bir an durup, dükkânın yanındaki vitrinde teşhir edilen yeni plaklara bakıyor, kaçırdığımız bir şey var mı diye kontrol ediyorum. Ara Bey’in dükkânı tam köşe, meraklı müşteriler için ‘alafranga 45’likler’, hatta Long-Play bile satıyor. Bizde sadece 45’lik var. Alafranga ise hiç gitmiyor zaten. Bizim dükkân Hayyam Pasajı’nın tam karşısında. Aile içinde ‘küçük dükkân’ diye bahsediliyor. Gerçekten de hacmi küçük, birkaç müşteri geldiğinde doluveriyor. Girişi dar ve hatta kapısız. Sağımızda dünya tatlısı ve çaktırmadan uğrayıp ikram hakkımı aldığım lokumcu Albert Abi’yi, bilinen adıyla ‘Ali Bey’ ve onun yanında da bakkal Nesim’i hatırlıyorum.
O yılların Sirkeci’sinden anlatacak daha çok şey var belki, ama benim asıl hoşuma giden şey dükkâna gittiğim günlerde öğlenleri lokantanın yolunu tutmak. Büyük Postane’nin önünden geçip Mısır Çarşısı’na girmek ve soldaki ilk kapısından çıkarak az ilerideki, önünde plastik oyuncakların sergilendiği Sabuncu Han’a kadar yürümek. Aklımda kalan bir ‘han kokusu’ var o yıllardan. Biraz soğuk, biraz ekşi gibi. Lokanta hana girdikten sonra hemen solda. Dışarıdan bakıldığında bir lokanta havası yok. Bir tabelası varsa bile ben hatırlamıyorum. Büyük bir yer değil, 10-15 masa var. Solda yemeklerin konduğu alan, her şey kömür ateşinde. Tezgâhın arkasında sakin bir adam, yemekler onun elinden çıkıyor. Masalara servisi ise daha gençten bir adam yapıyor. Beyaz ceketi, omzundaki beyaz peşkiri ile durmadan koşturuyor, hesap alıyor, gelenleri karşılıyor. Yazılı menü yok, gelenlerin bir kısmı tezgâh üzerine göz atıp günlük yemeklerden seçiyor, bir kısmı da seçimi tamamen servisi yapana bırakıyor. Adı konmamış bir anlaşma var sanki aralarında. Ortada koşuşturan adam, müşterilerin neyi sevdiğini, bir gün önce ne yediğini, o gün ne yemek isteyebileceğini biliyor gibi. Burası babadan kalma bir kaşer restoran, sadece öğle servisi var. Yemekler Sefarad mutfağından, ‘gaya kon avramila’, ‘domatez yenaz’ falan hepsi var. Benim favorilerim İzmir köfte, türlü güveç ve salçalı pilav. Gelenlerin çoğu piyasadan tüccarlar, herkes herkesi tanıyor, sohbetler ediliyor, gündem tartışılıyor. Kimi günler, elindeki gezi rehberindeki adresten İstanbul’daki bu kaşer restoranı bulup gelen turistlere bile rastlıyorum.
Dükkâna gittiğim her gün Sabuncu Han’daki lokantaya gidiyorum. Ne kadar kalabalık da olsa, ilişecek bir yer buluyorum her zaman. Bir şey söylemeden bekliyorum. Çok geçmeden önüme konan yemeği yiyorum. Her şeyin tadı o kadar güzel ki… Kendimi fark ettirmeden yemeğimi bitirip, küçük dükkânın yolunu tutuyorum bir gün bile hesap ödemeden. Tezgâhın arkasındaki adam ile ortalıkta koşuşturup servis yapan adam bana çok iyi davranıyorlar. Biri rahmetli amcam, diğeri ise – Allah uzun ömürler versin- sevgili babam…