Ne zaman af dilenir? Bir suçluyu kim affedebilir? Kurbandan başka birinin suçluyu affetme hakkı var mıdır? Af dilemeyen birini affetmek mümkün müdür? Affetmek ama unutmamak mıdır en iyi çözüm? Yoksa affetmenin kendisi bile Holokost söz konusu olunca anlamsızlaşır mı?
Litvanyalı Yahudi bir düşünürdür Levinas. Felsefe öğrenimini derinleştirmek ve hayranı olduğu bir başka Yahudi düşünür Husserl’in derslerini takip etmek için Almanya’nın Freiburg Üniversitesi’ne gittiğinde aklını başından alacak olan Heidegger ile tanışır. Çalışmalarına Heidegger üzerinden devam eder. 1932’de ‘Heidegger ve Ontoloji’ başlıklı bir makale yayınlar. Böylece Fransızca konuşan akademik dünyaya çok etkileyici bulduğu Heidegger’in düşüncesini tanıtır. Derken 1933’te Heidegger büyük umutlarla Nazi Partisi’ne üye olur ve Freiburg Üniversitesi’ne rektör olarak atanır. Levinas ise bundan bir yıl sonra, 1934’te Avrupa’da artık görmezden gelinemeyecek bir fenomen haline gelen Nazizm’i anlamlandırmaya çalıştığı ‘Hitlerizm’in Felsefesi Üzerine Düşünümler’i yayımlar. Avrupa’da bir dalgalanma vardır ama bunun nelere mal olacağı henüz belli değildir. Ve savaş patlak verir. Levinas’ın Litvanya’daki ailesi Gestapo tarafından öldürülür. Fransız vatandaşı olan Levinas ise orduya alınır. 1940’ta birliği esir düşer ve Levinas bu esaret sayesinde ölüm kamplarına gitmekten kurtulur. Bu sırada Heidegger üyeliğinin hemen ertesi yılında partiden ayrılır. Fakat savaşın ve Nazizm’in acısını iliklerine kadar hisseden Levinas için bu hiç bir şeyi değiştirmez. Hayranı olduğu Heidegger’i artık asla affetmeyecektir. 1963’te verdiği ‘Ötekine Doğru’ başlıklı bir Talmud okumasında şöyle der: “Birçok Alman’ı affedebiliriz, fakat bazılarını affetmek çok zordur. Heidegger de bunlardan biridir.(1)
Affetmek nedir?
Bunu okuduğum sırada kendi hayatımda da birini affetmeye çalışmakla mücadele ediyordum; ama bir yandan da içimdeki gözlemci yaşadığım süreci dikkatle takip ediyor ve affetmenin aslında ne olduğunu sorgulayıp duruyordu. Neydi affetmek? Neydi affettiğimiz veya affetmeye direndiğimiz? Ne zaman affetmeye hazır hale geliyorduk? Ne oluyordu affedince veya affedemeyince?
Bu sorulara tüm dini bagajlarından bağımsız bir şekilde, sadece insan ilişkileri bağlamında kalarak yanıt aramaya çalışıyordum. Çok karmaşıktı insan ilişkileri ve bu karmaşıklığa rağmen bir o kadar kolaydı gündelik hayatın içinde bir insanın kalbini kırmak, onu incitmek ve hiç farkında olmadan hayata devam etmek… Belki de bu rutin içinde aşırı uçlara savrulmamak gerekiyordu. Belki de bu akışkan zeminde Levinas’ın yaşadığı hayal kırıklığını ve affetmeye karşı gösterdiği bu haklı tepkiyi kendime bir model olarak almamam gerekiyordu. Belki de bana verilen tavsiyeye kulak vermem daha doğruydu: “Tamam unutma, ama yeter ki affet.” Çok insanca bir tavsiyeydi bu, farkındaydım. Affetmeye direnmek insanın kendi omuzlarına kendi elleriyle yüklediği bir yüktü, zihnine kendi elleriyle zerk ettiği bir zehirdi. Bundan kurtulmak içinse yine o yükü kendi elleriyle omuzlarından indirmeliydi. Bırakmalıydı kurtulabilmek için. Anısını silmek zor olsa da, affedebilmeliydi insan. Ama asla unutamayacağın bir şeyi nasıl affedebilirdin? Her hatırladığında hesaplaşmayı sürdürdüğün bir meseleyle nasıl barışabilirdin? Böylece affetmek ve unutmak arasındaki ilişkiye odaklanmaya başladım. Aklımda yine Holokost’e dair bir cümle dönüp duruyordu: Asla unutma, asla affetme! Evet Holokost asla unutulmamalıydı. Hayatta kalan, dini, ırkı, inancı, milleti ne olursa olsun herkesin, Holokost kurbanlarına bir borcu vardı: hatırlamak ve hatırlatmak. Onları unutuluşa ve yok oluşa terk etmemeliydik, aksi takdirde ölüm kampları zafere ulaşacaktı.
“Siz benim yerimde olsaydınız…”
Ve hâlâ affetme meselesiyle didişirken elime Simon Wiesenthal’in ‘Ayçiçeği’ adlı kitabı geçti. Kitap affetmenin imkânları ve sınırları hakkında. İki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Wiesenthal kampta yaşadığı bir deneyimi anlatıyor ve “Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız?” diye soruyor. Kitabın ikinci bölümünde ise bu soru 53 kişi tarafından tartışılıyor. Bunlar arasında Primo Levi, Albert Speer, Jean Amery, Dalai Lama, Abraham Joshua Heschel, Desmond Tutu, Cardinal Franz König ve Herbert Marcuse de var.
Wiesenthal’ın başından geçenin ne olduğunu kısaca şöyle özetleyebiliriz: Ölmekte olan bir SS, hemşireden kendisine hemen bir Yahudi bulmasını ister. Tesadüfen etrafta olan Wiesenthal bir anda kendisini Karl’ın ölüm döşeğinin başında bulur. Tüm yüzü bandajlıdır ve kıpırdamadan yatmaktadır. Konuşmaya başlar. Ailesini, Hitler Gençliği’ne nasıl katıldığını ve oradan SS’liğe uzanan kariyerini anlatır. Sonra bir anda dehşet bir hikâye anlatmaya başlar. Bir emirle aralarında birçok çocuğun da bulunduğu yaklaşık 300 Yahudi’yi bir eve nasıl doldurduklarını, tüm kapılarını kilitleyip evin etrafını çevirdiklerini anlatır. Simon gitmeye yeltenir, daha fazla duymak istemez. Karl ise gitmemesi için eline dokunur, “Gitme, anlatmam gerek” der. Gelen ikinci emir üzerine el bombalarıyla evi yerle bir ederken pencerelerden atlayarak kaçmaya çalışan Yahudileri anlatır. Hikâye bitince Karl, Simon’dan onu affetmesini ister. Ölmeden önce vicdanını temizlemek isteyen bir insanın çaresizliği ve kapana kısılmışlığıyla Simon’dan bir yanıt bekler. Simon ise sessizce revirden çıkar. Ve yıllar sonra hâlâ aklını, kalbini, hafızasını allak bullak eden bu deneyimi çeşitli inançlardan, çeşitli milletlerden, çeşitli mesleklerden onlarca insana mektup yoluyla iletir ve onlara o zor soruyu sorar: Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız?
Her yanıtı tek tek tartışmak mümkün, çünkü her yanıt affetme meselesiyle ilgili ortaya yeni bir soru atıyor. Fakat bunu yapamayacağımız için bu büyük sorulardan birkaç tanesini buraya taşıyacağız. Örneğin, suçluyu kim affedebilir? Kurbandan başka birinin suçluyu affetme hakkı var mıdır? Eğer kurban ölmüşse suçlu hiçbir zaman affedilemez midir? Af dilemeyen birini affetmek mümkün müdür? Affetmek ama unutmamak mıdır en iyi çözüm? Yoksa affetmenin kendisi bile Holokost söz konusu olunca anlamsızlaşır mı? Ne zaman af dilenir? Ölümle burun burunayken, vicdanı temizlemek adına dilenen af gerçek anlamda af mıdır? Samimi bir biçimde af dilemek olanaklı mıdır? Kurbanların veya katillerin yakınları bu meselenin neresindedir? “Holokost için özür dilerim” demenin bir anlamı var mıdır, ahlâki açıdan geçerli midir? Affetmek istemeye rağmen affedememek mümkün müdür? Bütün bu soruların çok önemli olduğunu düşünüyorum, fakat en önemli soruyu soran kişi bence Simon’ın arkadaşı Arthur’dur. Simon duyduklarının yüküne dayanamaz ve kampta en yakın arkadaşlarına o gün revirde yaşadıklarını anlatır. Arthur ona şöyle der: “Bir üstün-insan bir insan paçavrasından insanlık-üstü bir şey yapmasını istiyor. Peki, onu affetmiş olsaydın, kendini affedebilecek miydin?” Karl, Simon’ı hiç görmedi. Öldürdüğü kimliksiz yüzlerce şekilsiz Yahudi gibi, aynı yığına ait bir Yahudi o da, herhangi bir Yahudi. Aslında Karl Simon’dan af dilerken, yaptığı kötülüğü sürdürmeye devam ediyor: Nazi ideolojisinin tekillikleri silme ve insanları yığınlaştırma döngüsüne kapılıyor yine. Simon’dan sadece bir Yahudi olduğu için, ölen diğer Yahudiler adına Karl’ı affetmesini istemek büyük bir haksızlık… Zaten Wiesenthal bunun farkında olduğu için yaşadıklarını paylaşmak ve herkesin fikrini almak istiyor. Belki affedip affetmemenin bir anlamı yok… Belki de yapılan şey, tek başına taşımanın imkânsız olduğu bir sorumluluğu paylaşmak… Wiesenthal’in birinci ağızdan duymak zorunda kaldığı şeyler, yüzüne bakamasa da, sadece sargılı bedeniyle karşılaşmış olsa da, bu katille aynı oda da geçirmek zorunda kaldığı saatler için bile af dilenmeyi hak ediyor bence.
“Affetmek ölüm kamplarında can verdi”
Bu hikâyeler ve deneyimler sayesinde ilk kez 1949’da Cenevre’de ortaya atıldı ‘insanlığa karşı suç’ kavramı. Holokost insanlığın ta kendisine karşı işlenmiş bir suçtur. Dolayısıyla bunun acısını hepimiz çekiyoruz: aynı anda hem kurban hem de suçlu olduğumuz için. Holokost’la doğan bu yeni suç kavramı telafi edilemeyen, onarılamayan, bir ceza ile bedeli ödenebilen bir suç değildir. Bu yüzden de 1967 yılında insanlığa karşı işlenen suçlarda zaman-aşımı kriterinin uygulanmamasına imkân tanıyan bir konvansiyon devreye girmiştir. Bu suçları zaman telafi edemez. Bu suçlar zaman bağlamında değerlendirilemez. Bu suçlara denk bir özür veya bir ceza yoktur. Holokost’tan sağ kurtulmuş Rus felsefeci Vladimir Jankelevitch buradan yola çıkarak Holokost’un affedilmesi imkânsız bir şey olduğunu söyler. Suç telafi edilemeyecek boyuttaysa affetmenin de bir anlamı yoktur. İşte bu yüzden de “affetmek ölüm kamplarında can vermiştir” der Jankelevitch. İnsanlığa karşı işlenen bir suçu affetmek, yine insanlığa karşı başka bir suç işlemektir ona göre.
Holokost adına af dilemenin mümkün olmadığı gibi, ahlâki açıdan da geçersiz olduğunu söylemek yanlış olmaz bence. Fakat tekil hikâyelere baktığımız zaman Levinas da, Jankelevitch de ve hatta Wiesenthal’e yanıt veren birçok kişi de, affetmenin ancak suçlunun kurbandan af dilemesi durumunda mümkün olabileceğini söylüyor. Yani aslında affetmeyi bir koşula bağlamış oluyorlar. Oysa Derrida yine radikal bir tavırla bu koşullu affetmenin hakiki bir affetme olmadığını iddia ediyor. Ona göre tam anlamıyla affetme ancak affedilemeyeni affettiğiniz zaman gerçekleşen bir şey; yani bir imkânsız. Veya bir delilik, bir olağandışılık. Hakiki anlamıyla affetme, hiçbir anlamanın, hak vermenin, affetme ihtimalinin, affetme eğiliminin olmadığı durumda gerçekleşir. Ancak bir affedilemeyen varsa affetme mümkün olur der kısaca, çünkü ancak bu koşulsuz affetme kavrayışı sayesinde affetmeyi ceza, unutma, arınma, telafi gibi kavramlardan bağımsız bir şekilde düşünebiliriz. Peki, bu gerekli midir? Bence değildir…
26 Ocak Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü vesilesiyle yine karşıma çıkan “asla unutma, asla affetme” sözünün bana düşündürdüklerini paylaşmak istedim sizlerle bu sefer. Sizin de affetmek ve unutmakla ilgili içinden çıkamadığınız bazı meseleleriniz varsa ve kişisel hayatlarınızı biraz olsun aşarak düşünmek istiyorsanız bunları Simon Wiesenthal’in ‘Ayçiçeği’ adlı kitabını da hemen almanızı tavsiye ediyorum…
(1)Bu metni Pinhan Yayınları’ndan çıkan, Levinas’ın ‘Talmud Okumaları” adlı kitapta bulabilirsiniz.