Dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca kadın, her gün yavrularına daha iyi bir yaşam kalitesi vermek için mücadele ediyor. Binlerce yıldır bize kucak açan tabiat anayı savunmak ise, gelecek nesillerin koruyucusu genç annelere düşüyor
Talya ENRİQUEZ ROMANO
“Yaşını başını almış, kır saçlı erkekler yerine dünyayı genç anneler yönetseydi, dünya daha iyi yönetilebilir miydi dersiniz?” WWF-Türkiye(Doğal Hayatı Koruma Vakfı) eski Yönetim Kurulu Başkanı Akın Öngör, iş dünyası ve çevrenin korunmasıyla ilgili yaptığı konuşmasına bu beklenmedik soruyla başlıyor. Doğanın tarihte görülmemiş bir hızda tahrip edildiği, hayvan ve bitki türlerinin soyunun her geçen gün daha da tükendiği, uçsuz bucaksız olduğuna inanılan okyanusların bile yüzen çöplüklere dönüştüğü günümüzde, devlet büyüklerimizin gezegenimizi kurtarmasını bekleyerek yanlış mı yapıyoruz? Acaba, çözüm Öngör’ün dediği gibi genç annelerin elinde mi?
Kadınların hemen hepsi hamile olduklarını anladıkları ilk andan itibaren karınlarındaki bebeği korumaya yönelik davranışlar sergiler. Daha önce hiç düşünmeden aldıkları birçok riski bu dönemde kesinlikle almaz, yedikleri yemeklerden, kullandıkları ürünlere kadar her şeyin bebeklerini nasıl etkileyebileceğini enine boyuna tartarlar. Hamileyken hissetmeye başladıkları koruma içgüdüsü, bebeğin doğumuyla birlikte katlanarak artar ve ömür boyu taşınacak ‘anne’ sıfatının ayrılmaz bir parçası haline gelir. İster üç günlük bir bebeğin, ister on yaşında bir çocuğun annesiyle konuşuyor olun, yavrularının sağlıklı ve mutlu bir geleceğe sahip olabilmesi için her türlü fedakârlığı yapacağından emin olabilirsiniz. İşte, çocuklarının geleceğini garanti alma motivasyonuyla hareket eden genç annenin farkı bu noktada ortaya çıkar.
Boşuna ‘Tabiat Ana’ dememişler
Tarih öncesi çağlarda, kadın ve erkeklerin toplumdaki rollerine bakıldığında, kadınların tohumlara ‘hayat vermesi’ ile özdeşleşen toplayıcılık görevini üstlenmesi, erkeklerin ise ‘hayat alıcılar’ olarak hayvanları avlaması bir tesadüf müdür? Genlerinde var olan üretkenlik duygusundan yola çıkarak, tahıl ve tohumları yeniden toprağa ekip tekrar tekrar üretilebildiğinin farkına varan ilk çağ kadınları, tarımın keşfedilmesini sağladılar. Doğayı ticari bir meta ve para kazanma aracı olarak gören erkeklerin aksine, kadınlar onu işlenmesi gereken bir cevher ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kaynak olarak gördüler. Mesela, Hindistan’ın kırsal kesimlerinde, erkekler ağaçlardan kestikleri odunları satarak gelir elde etmeyi planlarken, aynı bölgedeki kadınlar yakıt ihtiyaçlarını canlı ağaçlar yerine kurumuş dalları toplayarak gidermeyi seçtiler.
Günümüzde gelişmekte olan birçok ülkede, erkeklerin sanayileşen büyük şehirlere göç etmesiyle; tarımsal faaliyeti devam ettirme görevi yöredeki kadınlara kalıyor. Bu görevi üstlenen kadınlar, tabiat ananın kendilerine sunduğu hazineyi işlerken, yavrusunu sevgiyle büyüten bir annenin özeni ve şefkatiyle yaklaşıyorlar toprağa. Bir yandan günlük besin ihtiyaçlarını karşılamak için uğraşırken, diğer yandan gelecek kuşaklarına verimli topraklar bırakabilmek için çaba harcıyorlar.
Çocuklarının olduğu gibi doğanın da korunmaya muhtaç olduğunun bilincini taşıyan kadınlar, son 50 yılda önemli çevre akımlarına öncülük ettiler. Sessiz Bahar (Silent Spring) adlı kitabın yazarı Rachel Carson, günümüzdeki çevre hareketinin annesi olarak kabul ediliyor. Carson, kitabında 19. yüzyılın sonundan itibaren topraktaki böceklere karşı kullanılan zirai ilaçların, böceklere zarar vermekle kalmayıp, kuşlar, kertenkeleler, balıkların da sessiz yok oluşuna neden olduğunu öne sürüyor. Yayımlandığı 1962 yılında kimyasal sanayi devlerine karşı başkaldırının simgesi haline gelen Sessiz Bahar, zehirli kimyasallarla kanser arasında doğrudan bir ilişki bulunduğunu iddia ediyor. Rachel Carson’ın1965 yılında yenik düştüğü kanserle ilgili iddiası, ilerleyen yıllarda bilim adamları tarafından kanıtlandı.
Ağacıma dokunma
Çevresel kadın hareketi Amerikalı kadınlar tarafından başlatılmış olsa da, gelişmekte olan ülkelerde daha çok yankı buldu. 1970’lerde Gauro Devi önderliğindeki Hintli kadınlar, Hint Hükümeti tarafından yürütülen toplu ağaç kesimlerini protesto etmek için Kuzey Hindistan’daki ormanlara giderek ağaçlara sarılma eylemi düzenlediler. Hint dilinde ‘sarılmak’ anlamına gelen Chipko kelimesinden yola çıkarak, kendilerine Chipko eylemcileri diyen bu grup, bedenlerini sardıkları ağaçlara kerestecilerin ulaşmasını engellediler. Eylemlerin basında ses getirmesiyle birlikte geri adım atmak zorunda kalan Hint Hükümeti, ticari amaçla kitlesel ağaç kesimi politikalarını on yıl süreyle durdurdu. İlerleyen yıllarda Chipko akımı Hindistan’ın birçok bölgesine yayılarak etkisini sürdürdü.
Amerika ve Asya’dan sonra çevre konusunda dünya kamuoyunun dikkati Afrika’ya çevrildi. Kıtadaki toplu orman tahribatlarını durdurmak amacıyla Kenyalı biyolog Wangari Maathai 1977’de Yeşil Kuşak hareketini kurdu. Yeşil Kuşak grubu birçok Afrika ülkesinde eş zamanlı olarak ağaçlandırma çalışmaları gerçekleştirdi ve sadece Kenya’da 30 milyondan fazla ağaç dikildi. Maathai’ye göre ormanlar yüzlerce hayvana ev sahipliği yapan ekosistemler olmanın yanı sıra; insanların gıda, barınak, yakıt gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan birer hazine değeri taşıyor. Doğal kaynakların sömürülmesinin ve verimli toprak alanlarının azalmasının Afrika’da yaşanan savaşların temelini oluşturduğunun altını çizen ünlü biyolog, barışın sağlanabilmesi için öncelikle doğanın korunması gerektiğini savunuyor. Wangari Maathai, doğa ve barışın korunması konusunda yaptığı çalışmalar çerçevesinde 2004 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen ilk Afrikalı kadın oldu.
Milliyetleri, dinleri, renkleri birbirlerinden farklı olsa da tüm anneler söz konusu çocukları olduğunda aynı dili konuşuyorlar. Dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca kadın, her gün yavrularına daha iyi bir yaşam kalitesi vermek için mücadele ediyor. Binlerce yıldır bize kucak açan tabiat anayı savunmak ise, gelecek nesillerin koruyucusu genç annelere düşüyor.