Röportaj için de, kitap için de daha çarpıcı bir başlık olamaz! Emi Varon Eskinazi ile yaptığım söyleşide New York ile İstanbul’daki yaşamların farkından tutun da bir kitap yazmaya, ilk kitabı olan ‘Çikolatalı Krep ve Demleme Çay’dan’, New York’taki restoran kültürüne kadar birçok konudan bahsettik.
Sidni KOHEN
Emi’yi dinlerken, New York’ta Bryant Park’ta kitap okumanın tadını da hissettim, yazmanın çok keyifli bir şey olduğunu da. ‘Çikolatalı Krep ve Demleme Çay’ı okurken beni ne kadar keyifli bir sürecin beklediğini anlamanın heyecanıyla kitabı çantamda taşıyorum; bir iş gününün bitmesini beklerken, eve dönüş yolunda kitabımı okumanın hayallerini kuruyorum…
Yazı yazarak kendini ifade edebildiğini, hem de çok güzel ifade edebildiğini, ne zaman, nerede ve nasıl anladın?
Yazıya on altı yaşında şiirle başladım. Ergenliğin kalbime yüklediği duyguları kelimelere boşaltmak beni çok rahatlatırdı. Ancak bunu o zamanlar sadece kendim için yapıyordum. Yazdıklarımı annem ve okuldaki en yakın arkadaşım haricinde kimsenin beğenisine sunmamıştım. Yani beni cesaretlendiren onların yorumları oldu.
Kitap yazma aşamasına nasıl geldin? Konuşulduğu gibi bol bol okuyarak ve yazarak mı, yoksa bir anda mı oldu?
Çok okurum. Kitapların dünyasında kendimi kaybetmeye bayılırım. Ancak kendi kitabımı yazma aşamasına tesadüfen geldim. Üniversiteden mezun olduğumdan beri beni kendine tutkuyla bağlayacak bir mesleğim olsun istiyordum. Farklı yerlerde farklı işler denedim, hiçbiri beni istediğim kadar mutlu etmedi. Günün birinde yine rahatlamak için yazıya sığındığımda anladım. Beni bu hayatta en çok tatmin eden şey yazmaktı. Böylece fikir oluştu, bir sene içinde birkaç farklı kitaba başlandı ve bir buçuk sene sonra da bana tamamlama şevkini veren ilk kitap olan ‘Çikolatalı Krep ve Demleme Çay’ ortaya çıktı.
Ne tarz romanlar okursun? Favori yazarların kimler? Nerede kitap okumayı seversin?
Özellikle sabahları işe gitmeden kışın bir kafede, yazınsa muhakkak New York’ta en sevdiğim yer olan Bryant Park’ta yarım saat kırk beş dakika kitap okumaya bayılırım. J.K. Rowling’in fantastik dünyasından Elizabeth Gilbert’in samimiyetine, Jean Christophe Grangé’nin geriliminden Paulo Coelho’nun bilgeliğine varan çok geniş bir ilgi yelpazem olduğunu söyleyebilirim.
Yazı yazarken sessizliği mi tercih edersin, gürültünün içinde yazabilenlerden misin?
Konsantrasyon sorunu çeken biri olmadığım için her yerde ve her şartta yazabilirim. Bir kafede, metroda, evde... Fikir aklıma ne zaman gelirse... Ama tercihim, kulağımda bangır bangır müzik, masamda dumanı tüten bir kahve ve üzerimde pijamalarımla evdeki rahat ortamımda yazmak.
Çikolatalı Krep ve Demleme Çay. Muhteşem bir isim olmuş. Kitabının konusu nedir, ismi nereden geliyor?
Teşekkür ederim. ‘Çikolatalı Krep ve Demleme Çay’ unutulmayan, derin izler bırakan tutkulu bir gençlik aşkını ve bu aşkın yeniden doğma çabalarını konu ediyor. Bir öğrenci - öğretmen ilişkisini. Gizlilik, heyecan, yasaklar, kurallar... Hem de İstanbul’un oldukça disiplinli bir Fransız Lisesi’nde.
Bu ismi koyarken amacım, kitabın diliyle aynı doğrultuda yani sıcak, samimi ve sevimli bir isim seçmekti. Görenlere keyifli anlar çağrıştıracak... Evde koltuğa kurulup çaylarını yudumlarken rahatça tadına bakabilecekleri bir kitap olduğunu hissettirecek... Neden özellikle bu ismi seçtiğimse kitap okunduğunda ortaya çıkıyor.
Kitapta senin hayatından alıntılar var mı, kurgulama mı yoksa? Baştan sona anlatır mısın? Nelerden esinlenerek yazdın kitabını, başrolde sen mi varsın, yoksa ana karakterler tamamen senin yarattığın kişilikler mi?
Kitapta kendi hayatımdan esinlenmeler var. Sonuç olarak ben de dünyaya kendi penceremden bakıyorum. Okulda, evde, işte, yolda gördüklerimi, yaşadıklarımı hayallerimle harmanlayıp cümlelere dönüştürüyorum. Bunu da mümkün olduğunca doğal, sanki arkadaşıma anlatır gibi yapmaya özen gösteriyorum. Böylece öyküm gerçek yaşamda kolaylıkla yerini alabiliyor. Kitaptaki ana hikâyenin gerçek olup olmadığını soruyorsanız, bunu, “okuyanın inanmak isteyeceği şekilde” diyerek yanıtlayabilirim.
Bana ilham veren bazı kaynaklar konumu ve kurgumu belirleyip geliştirmemde etkili oldular. Bunların başında Julie Delpy ile Ethan Hawke’un rol aldığı ‘Gün Doğmadan’ ve ‘Gün Batmadan’ filmleri geliyor. Birlikte sadece tek bir gün geçirmiş olmalarına rağmen, birbirlerini unutamayan ve dokuz sene sonra yeniden buluşan iki gencin hikâyesi beni oldukça etkilemişti. Bunun dışında Ferzan Özpetek’in ‘Karşı Pencere’ ve ‘Serseri Mayınlar’ filmlerinin de bende izler bıraktığını söyleyebilirim. Hisler, kime karşı, ne şartlar altında duyulursa duyulsun önemli olan bunların varlığı. Kalbini pır pır attıran, ayaklarını yerden kesen ve bunları sadece ilk birkaç ay değil sana yıllarca hissettiren o kişi, uğruna film çekmeyi, kitap yazmayı hatta aya gitmeyi hak eden kişidir. Ben de kitabımda böyle bir hikâyeyi konu aldım.
New York’ta bir restoranda başlıyor ‘Çikolatalı Krep ve Demleme Çay’. Oradaki restoranları bu kadar iyi tarif edebilmek için çok iyi gözlem yapmış olmalısın. Bundan biraz bahseder misin?
New York’taki restoran bölümlerini kendi iş yerimden esinlenerek yazdım. Yaklaşık beş senedir Manhattan’da Pera isimli bir restoranda çalışıyorum. Bu süre içinde, kapıda gelenleri karşılamaktan muhasebeye, masalara servis yapmaktan parti planlamaya kadar birçok alanda deneyimim oldu. Tabii bu sayede gözlem yapabilmek için bayağı bir fırsatım oldu. Bu iş aynı zamanda hayatımdaki ritmin, enerjinin ve eğlencenin de kaynağı.
New York’ta hayat nasıl, orada ne yapıyorsun, İstanbul’da yaşamayı özlüyor musun?
Buradaki hayatım işim dolayısıyla bayağı yoğun ve keyifli geçiyor. İstanbul’u özlemiyorum dersem tabii ki yalan söylemiş olurum. Ancak burada eşimle beraber o kadar güzel bir çevreye sahibiz ki... Ailemizin yokluğunu arkadaşlarımız dolduruyor. Çok geniş bir Türk-Musevi topluluğu içinde yaşıyoruz. Her Cuma mutlaka Şabat yemeği için toplanıyoruz. Bayram akşamlarında bir araya geliyoruz. Arkadaşların ve işin neredeyse hayat da orada kuruluyor.
New York ve İstanbul’u karşılaştır desem bu nasıl bir paragraf olurdu?
Bu soruyu yazarlık açısından ele alacak olursam, New York’ta insanlar daha çok okuyor. Metroda, ayakta ve duraklarına beş dakika mesafede bile olsalar, kitaplar çantalardan çıkıyor. Emeğe ve yazara kesinlikle daha çok değer veriliyor. Korsan yok. Kitaplar elden ele dolaşmıyor. Okumak isteyen gidiyor kitapçıdan kendisi alıyor. Dört-beş katlı kitapçılar tıklım tıklım. Kasaya gidenin elinde tek bir kitap görmek nadir.
Kitabını neden okuyalım peki? Güldürür mü bizi, eğlendirir mi, ağlatır mı, yoksa bize bir şeyler mi öğretir?
Kitabım okuyanı verdiği heyecan ve uyandırdığı merakla kendine bağlıyor. Hayatın içinden çekilen bu hikâyenin sayfalarında okuyucu ilk aşkına duyduğu hislerin benzerlerini buluyor. Kimi zaman gülümserken kimi zamansa gözleri doluyor. Bana gelen birçok yorumda aynı cümle dikkatimi çekti. Bunu sizinle paylaşmak istiyorum. “Şöyle bir iki sayfa bakayım diye elime aldım, bitirene kadar da bir daha bırakamadım.”
İlerisi için amaçların ne? Yeni bir kitaba başladın mı? Kitap yazma hevesinde olanlara söyleyeceklerin var mı?
Romantik bir başlangıç yaptığım yazın hayatına farklı tarzlar deneyerek devam etmeyi planlıyorum. Daha önce de dediğim gibi çok değişik kitaplar okumayı seviyorum. Bunun için kendimi bir tek tarzla kısıtlamak istemiyorum. Fantastik ve psikolojik gerilim beni çok çeken iki farklı tür. Bunlardan biriyle devam edebilirim.
Yazmak isteyenlere önerim, onları şevklendiren, kendilerini zorlamadan en iyi şekilde ifade edebilecekleri konuyu seçsinler ve yazmaya başlasınlar. O ilk adımı atmak en zoru. Her yeni gün yeni kararlar alıyoruz. “Bugün rejime başlıyorum”, “Artık her gün spor yapacağım”, “Bundan böyle sigara içmek yok”... Ancak alınan birçok karar uygulanmak bir yana ertesi güne kalmadan unutuluyor bile. Yazmaya başlamak da bunlardan biri. Bugün oturup yazsınlar, yarın bu yazdıklarının onları nereye götüreceğini hiç bilemezler. Her şey sadece birkaç kelimenin yan yana gelmesiyle başlıyor. Hayaller, kararlar ve kelimeler birleştiğindeyse ortaya mükemmel sonuç çıkıyor: Sevdiğin bir işi tamamlama bilinci.
Teşekkürler…