İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin üzerinden uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen, Yahudi Soykırımı gerek Almanlar gerekse de Yahudiler için kimliklerinin önemli bir bölümünü teşkil etmeye devam ediyor
1952 yılında Çekoslovakya’da görülmeye başlanan Slansky Davası ve Sovyetler Birliği’nin bu ülke yönetici eliti üzerindeki mutlak kontrolü ile bitecek olan süreç, Sovyet Bloğuna ait olan ülkelerde, siyaset dilinin tekrardan Yahudi karşıtı söylemleri içeren bir dile dönüştüğüne işaret etmekteydi. Çek Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Rudolf Slansky, büyük bir çoğunluğu Yahudi olan parti liderlik kadrosuyla beraber göstermelik bir yargılama sürecinden sonra idam edilirken, kendisi ve Komünist Partisi’nin diğer Yahudi liderlerine yönelik yapılan, bu kişilerin Troçkici, Titocu ve Yahudi Siyonistler oldukları ve bu yüzden devletin düşmanı konumunda oldukları suçlaması Sovyet Komünist Bloğunda meydana gelmekte olan Yahudi karşıtı gelişmeleri gözler önüne sermekteydi.
KOMÜNİST BLOKTA YAHUDİ KARŞITLIĞI
Yukarıdaki gelişmeler ışığında Komünist Blokta kendini göstermeye başlayan Yahudi karşıtı siyaset dili, Sovyet Bloğuna ait olan Doğu Almanya’da (Demokratik Alman Cumhuriyeti) da kendini Yahudi Soykırımını Doğu Almanya’nın kolektif hafızasından silme girişimi olarak ortaya koymaktaydı. Dönemin ideolojik diline uygun olarak, Kapitalistler Faşist olarak tanımlanıyor ve Batı Almanya (Federal Alman Cumhuriyeti) ABD’nin önderliğindeki kapitalist kampta yer aldığından dolayı, İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen bütün kötülüklerden sorumlu olan faşistlerin hepsinin Batı Almanya’da yaşadığı iddia ediliyordu. Dolayısıyla Doğu Almanya’nın meydana gelen vahşette hiçbir payı olmadığı ısrarla vurgulanmaktaydı. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı esnasında sadece Yahudilerin yaşadığı köylerde meydana gelen Nazi katliamların da bile, ölenlerin Yahudi olmasının hiçbir şekilde ifade edilmemesi ve etnik köken belirtilmeden kurbanların genelleştirilmesi Doğu Almanya’da soykırımı kolektif hafızdan silme girişimlerini gözler önüne sermekteydi.
Doğu Almanya’nın Yahudi Soykırımına yaklaşımı, bu hadiseyi kolektif hafızdan silme ve Batı Almanya’yı suçlama şeklinde olduğundan, Soykırımın ağır yükünü yeni kurulan Yahudi devleti olan İsrail ile birlikte sırtlamak zorunda kalan, Batılı müttefikler tarafından İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokratik prensipler üzerine, yeniden inşa edilen Batı Almanya oldu. Ancak Batı Almanya’da da Yahudi Soykırımına bakış tahmin edildiği kadar çabuk ve kolay bir şekilde değişip, Soykırımın gelecek nesillere acı bir ders olarak sunulmasını içeren bugünkü olgunluk seviyesine gelmedi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Batı Almanya’da yapılan anketler Yahudilerin halen Almanların gözünde ‘öteki’ olarak tarif edildiklerini, Almanların azımsanmayacak bir bölümünün Yahudileri bir ‘sorun’ olarak gördükleri ve Yahudilerin başlarına gelenlerden aslen kendilerinin sorumlu olduğunu düşündüklerini göstermekteydi. Savaş sonrasında yapılan bir anket, ankete katılan Almanların sadece yüzde beşlik bir kısmının Yahudilerin başına gelenlerden dolayı suçluluk duyduğunu ortaya koyuyordu.
İLK YÜZLEŞME
Batı Alman kamuoyundaki soykırım ile ilgili fikirlerin değişmesine en önemli katkılardan birini yapan 1947 yılında Polonya’da görülmeye başlanan Auschwitz Davası oldu. Daha evvel gerçekleşen Nuremberg yargılamalarında Nazi yönetici elitinin savaş suçlarından dolayı idam cezasına çarptırıldığına şahit olan Alman halkı bu kez de 41 SS subayının yargılanıp yarısının idam cezasına çarptırılması ile beraber dikkatini Yahudi Soykırımına ve Almanya’nın bu olaydaki rolüne yöneltti. Daha sonra 1952 yılında Batı Almanya’nın İsrail’e soykırım tazminatı ödemeyi kabul etmesinin ve Moşe Şaret hükümetiyle, ilerleyen seneler içerisinde 100 milyar Alman Markı’na tekabül edecek olan bir tazminat anlaşması imzalanmasının sonucunda Batı Almanya’da, Yahudi Soykırımı bağlamında Almanya’nın rolü bir kez daha gözler önüne serildi. 1952 yılında Almanya Devlet Başkanı Theodor Heuss Yahudi Soykırımı ile ilgili yaptığı açıklamada bu utancı Almanlardan kimsenin silemeyeceğini belirtti. Ancak Batı Alman halkı nezdinde, Almanya’nın Yahudi Soykırımındaki rolünün tam olarak kabul görmesi için siyasi eğitimlerini Nazi Almanya’sında almış olan neslin sona ermesi, 1968 yılında devrimci fikirlerden etkilenen yeni bir neslin ortaya çıkması ve Almanya’da Holokost eğitimine giderek daha fazla önem verilmesi gerekecekti. Bu kuşak Almanya’nın Nazi geçmişiyle gerektiği kadar yüzleşemediğini, geçmişte Nazi Partisi üyesi olan birçok kişinin Almanya’da o dönemde halen önemli görevlerde bulunduğunu ve Almanya’nın geçmişini sürekli olarak tekrardan incelemesi gerektiğini vurguladı.
Her ne kadar Yahudi Soykırımının üzerinden seneler dahi geçmiş olsa da, bu konu, gerek Alman kimliği gerekse Yahudi kimliği açısından güncelliğini hiçbir zaman yitirmemekte. Özellikle Nazi Almanya’sı ile ilgili araştırmaların genişlemesi ve Nazi ideolojisini benimsemeyen ya da Nazi T 4 programında olduğu gibi fiziksel ve zihinsel olarak kuvvetli olmayan Alman yetişkin ve çocukların da Nazi rejimi tarafından öldürülmesi, Alman kimliğini anlamaya çalışırken yapılan araştırmaların boyutlarını ve derinliğini çok daha fazla genişletme ihtiyacını doğurdu. Bu araştırmalar özellikle, basite indirgenmiş bir şekilde Nazi Almanya’sı döneminde yaşayan tüm Almanların Nazilerle özdeşleştirilmesi ve kolektif olarak tüm Almanların suçlanmasının tarihi gerçeklerle örtüşmediğini ortaya koydu. Konunun Yahudiler açısından taşıdığı hassasiyet 1980’li yılların ortasında yaşanan bir olayla su yüzüne çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 40 sene sonra, 1985 yılında Buchenwald Toplama Kampı’nı ziyareti eden ABD’nin o dönemdeki Başkanı Ronald Reagan’ın savaş sırasında ölen Alman askerlerinin de Nazizm’in kurbanları arasında olduğunu söylemesi, Soykırım esnasında soydaşlarını kaybeden Yahudiler tarafından, Soykırımın anısına karşı yapılmış büyük bir saygısızlık olarak algılanmıştı.
Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra 1990’lı yıllarda da bu konu Alman kimliğin açısından hassasiyetini sürdürdü.1997 yılında piyasa çıkan ve Daniel Jonah Goldhagen tarafından kaleme alınan Hitlerin Gönüllü Cellâtları kitabı, Sosyal Demokratlar, Komünistler ve Liberaller gibi, o dönemin Almanya’sında önemli bir kitleye tekabül eden ve antisemit fikirleri kınayan grupları görmezden gelerek bütün Alman halkını Hitlerin gönüllü cellâtları olarak gösterdiği gerekçesiyle, Alman halkının büyük tepkisiyle karşılaştı.
NAZİ ARAŞTIRMALARI VE TEORİLERİ
Nazi Almanya’sı ile ilgili günümüzde yapılan araştırmalar, Nazilerin Alman toplumunda ortaya çıkışını, Almanya’nın diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, 19. yüzyıldan bu yana kendine has bir gelişim süreci yaşadığını ve Nazizm’in Alman toplumundaki uzun dönemli faktörlerin bir ürünü olduğunu belirten ‘Sonderweg’ teorisi bağlamında inceliyorlar. Nazizm’in Almanya’da ortaya çıkışını açıklamaya çalışan bir diğer teori ise, Nazilerin bir eşkıyalar grubu olduğunu ve Almanya’da iktidarı ‘tarihin bir kazası’ sonucunda ele geçirdiklerini belirtiyor. Bu satırların yazarı ise, Nazilerin Almanya’da iktidarı tarihin bir cilvesi sonucu ele geçirmediğini, Alman toplumunda kökleri son derece derinlere uzanan, Nazilerin sembolize ettiği otoriter eğilimleri destekleyen bir gelenek olduğunu kabul etmenin, Almanya’nın bugün ulaşmış olduğu bilinç seviyesi ve toplumsal değerler değişimini anlamak açısından yol gösterici olduğuna inanmaktadır.
Kaynakça
Postwar, A History of Europe Since 1945,
Tony Judt (2010)
German Identity After Holocaust,
Mary Fulbrook (1999)
Modern Times, Paul Johnson (1983)