Yaşadıklarımızı bir hikâye formuna kavuşturmak, yaşadıklarımızı anlamlandırabilmenin en iyi yoludur. Yoksa her şey bir bütünlükten yoksun kalır.
Bana en çok huzur veren sözcüklerin ‘bir varmış, bir yokmuş…’ olduğunu daha küçücük bir kızken fark ettim. Büyümek bu durumu değiştirmedi. Bugün hâlâ birileri bir hikâye anlattığı zaman heyecanla dinliyorum… Hikâyelerin birbirlerine nasıl dokunduğunu, nasıl iç içe geçtiğini veya nasıl değiştiğini izliyorum merakla… Ve hikâyelerin şu hayatta bize ekmek ve su kadar gerekli olduğuna giderek daha çok ikna oluyorum.
Hikâyeler üzerine düşünmeye başlayınca, ister istemez kendimi çocukluğumu hatırlarken buluyorum. Beni hikâyelere bağımlı hale getiren ilk kişi babamdır. Uyku saati gelince hemen yatağa girer, yorganı boynuma kadar çekip sabırsızlıkla babamı beklerdim. Yatağımın yanına yere uzanır, uzun kulaklı yaramaz bir köpek olan Tombik’in hikâyelerini anlatırdı bana. Bir süre sonra Tombik’e bir kız kardeş geldi, Bikbik… Bana da bir kız kardeş geldiğinde Tombik hikâyelerinin sonu gelmişti… Babamın o an uydurulmuş hikâyeleri müthiş keyifli olsa da, arada başka şeylerle idare etmek zorundaydım. O kocaman Andersen Masalları kitabımı evde çalışan ablaya götürür okumasını isterdim. Takıla takıla okurdu benim takıntılı bir biçimde dinlemeyi sevdiğim o iki masalı. Sonra okumayı öğrenince, masal kitapları yerini romanlara bıraktı. Prensler ve prenseslere olan inancım da yavaşça azalıyordu zaten. Bir de masal kasetlerim vardı… Onların içinde de en çok Karagöz ve Hacivat’ı severdim. Daha 5 yaşındayken ‘yar bana bir eğlence medet amaaaan’ diyen Hacivat’ın fırsatçılığını ve Karagöz’ün o kadar da saf olmadığını anlamıştım. Hayatımda bu tip insanlarla daha sonra karşılaşacak ve gecenin bir vakti odama dolan Karagöz-Hacivat seslerini hatırlayacaktım.
Hikâye dinledikçe hikâye biriktirmeyi de öğreniyor insan… Ve hatta kendi hikâyesini oluşturmayı da… Nihayetinde ‘ben’ dediğimiz şey, bir hikâyeler toplamı değil de nedir? Bazı hikâyelerimiz çok önemlidir, şu an olduğumuz insan yapmıştır bizi onlar. Belki de bu yüzden onları anlatmayı çok severiz. Dinleyici kitlesine göre süsleriz veya sadeleştiririz hikâyelerimizi. Ama en önemlisi, bir deneyimin ancak anlatıldığı zaman, bir hikâye kalıbına yerleştirildiği zaman gerçek anlamına kavuşmasıdır. Tekrar tekrar anlattığımız hikâye zaman içinde değişir ve dönüşür; çünkü bizim o deneyimle kurduğumuz ilişki de artık değişmiştir. Bizi bir zamanlar çok acıtan, çok yaralayan o hikâye giderek etkisini yitirmeye başlar… Bu sayede belki biz de artık konuyla dalga geçmeye başlarız hikâyemizi anlatırken. Veya çocukluğumuzla ilgili güzel bir şey hatırlarız bazen, anlatmaya başlarız ve anlattıkça fark ederiz ki geçmişi çok özlemişizdir, bu zamanlarda da mutlu hikâyemize hüzün karışıverir azıcık. Ama yine de hikâyelerimiz oradadır ve biz anlatmaya devam ederiz, sadece duygusal tonları biraz değişmiştir, o kadar… İşte bu yüzden, hikâyeler bize kim olduğumuzu, yaşadıklarımızın anlamını, içinden geçtiğimiz süreçleri göstermeleri açısından hayatlarımızın olmazsa olmazıdır.
Hikâyeler üzerine düşünmeye çağdaş Fransız düşünür Paul Ricoeur sayesinde başladım. Ricoeur’ü ilk kez Boston’dayken çok sevdiğim hocam Richard Kearney’nin Kurgunun Yorumbilimi adlı dersindeyken okudum. Ricoeur’ün şu cümlesiyle hayata ve hikâyelere bakışımı değiştirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim: “Her hayat hikâye arayışındadır.” Bunu hem hayatı hikâyeleştirmeye hem de hayata dayanabilmek veya onu daha güzel kılmak için hikâyelere duyulan ihtiyaç olarak yorumlayabiliriz. Hikâyeler sayesinde hatırlarız, hikâyeler sayesinde dünyayı paylaşırız ve hikâyeler sayesinde kendimizi başka hayatlara açar, başkalarının yerinde olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal ederiz. İşte bu yüzden de hayatlarımız hep hikâyelerin peşinde geçer aslında.
Gabriel Garcia Marquez’in çok sevdiğim bir kitabının adı ‘Anlatmak İçin Yaşamak’tır. Bu aynı zamanda üzerinde düşünmeyi çok sevdiğim bir çıkmazın da ilk adımıdır: Anlatmak için mi yaşamak, yoksa yaşamak için mi anlatmak? Ricoeur de buna benzer bir çıkmazı ele alıyor: Hayat yaşanır, hikâyeler anlatılır… Sanki ikisi arasında hiçbir bağlantı yokmuş hissini uyandırır bu genel kanı. ‘Hikâyelere takılma, hayatını yaşa’ veya ‘bunlar ancak hikâyelerde olur, sen bu arada hayatını ıskalama’ veya ‘bırak bu hikâyeleri, hayatına bak’ gibi lafları hepimizi hayatımızın bir anında duymuşuzdur. Biz ısrarlar o hikâyelere tutunmak isterken, birisi gelir bize hayatın daha önemli olduğunu anlatır. Veya biz hayatın tam ortasındayken, tüm gerçekliğiyle boğuşurken birisi çıkıp bir hikâye anlatır, her şeyi bırakıp onun peşine takılırız. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanının ilk cümlesi tam da bu yüzden bana çok tanıdık bir deneyimi hatırlatır: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Hikâyelerin hayattan ayrıştırılamayacağının en güzel ifadesidir bu bence. Tam da böyle düşündüğüm için Ricoeur’ün hayatın ve hikâyelerin apayrı şeyler olduğunu ima eden bu gündelik ifadeyi nasıl çürüttüğünü okumak da çok hoşuma gitmişti. Çok kısaca şöyle diyor Ricoeur: “Okuduğumuz, dinlediğimiz ve hatta anlattığımız hikâyeler, ancak bir okuyucuda veya dinleyicide tamamlanır.” Bu, hikâyenin, dinleyici üzerindeki etkisiyle birebir alakalıdır. Hikâyelerimizle dokunuruz birbirimize. Hayatlarımızı birbirine ancak hikâyeler sayesinde değdirebiliriz. O sırada iki dünya karşı karşıya gelir ve iç içe geçer. Onun hikâyesi benim hayatımda yankılanır. Bu dinleyici başka bir kişi olmak zorunda değildir. Ve hatta bu hikâyeleri seslendirmek zorunda bile değiliz. Ama yaşadıklarımızı bir hikâye formuna kavuşturmak, yaşadıklarımızı anlamlandırabilmenin en iyi yoludur. Yoksa her şey bir bütünlükten yoksun kalır. Aslında fark etmesek bile çoğu zaman hayatlarımızı bir başkasına anlatacakmış gibi yaşarız; birine anlatamadığımız zaman eksik hissederiz… Günlükler tam da bu zamanda devreye girmez mi zaten? Ricoeur hikâyelerin sadece anlatıldığını ya da okunduğunu değil, yaşandığını da söyler. Bir hikâye dinlerken, hem o hikâyeye kendi hikâyemizi yansıtır ve onu kendi hikâyemizin filtresinden algılarız, hem dinlediğimizden edindiğimiz izlenimler artık hayatımızın bir parçası olmuştur, hem de kendimizi o hikâyenin kahramanlarından biri olarak hayal edip, belki de hiç yaşamayacağımız bir deneyimi hayalimizde yaşarız. Yani aslında hikâyeleri hep birbirlerinin içinden okuruz, dinleriz veya anlatırız.
Doğduğumuz andan itibaren kendimizi bir hikâyeler ağının içinde buluruz. Ailelerimizin hikâyesi, şehrimizin hikâyesi, ülkemizin hikâyesi, dünyanın hikâyesi vs… Toplumsal kimliği kuran şey de hikâyelerdir nihayetinde. Bu hikâyelerde bir ‘biz’ vardır, bir de ‘öteki’. Bir kahraman vardır, bir de düşman… Bazen de bir günah keçisi. Bu hikâyeler ağızdan ağza dolaşır, kuşaktan kuşağa aktarılır… Bazısı dönüşür, bazısı hep aynı kalır. Aynı kalanlar Resmi Tarih’i oluşturur. Resmi tarih dondurulmuş hikâyelerdir aslında. Fakat bu noktada Ricoeur’ü hatırlamakta fayda vardır. Ona göre donup kalmak hikâyenin doğasına aykırıdır. Hikâye aynı kalsa bile, o kapalı bir varlık değildir; dinleyicinin deneyimiyle, katkısıyla ve algısıyla ister istemez değişir. Resmi Tarih bu açıdan dinamizmini yitirmiştir… Zira hikâye olma özelliğini de yitirmiş, bir tekerlemeye dönüşmüştür.
Başından beri söylediğimiz gibi hikâyeler hayatı yorumlamanın, hayata anlam katmanın bir yoludur. Kendi hikâyelerimizi de içine doğduğumuz hikâye ağından ayrı düşünemeyiz. Bu hikâyelerin tüm önyargıları bizim hikâyelerimize de sinmişken, bu önyargılar olmaksızın hikâyelerimizin nasıl olabileceğini hayal etmek de yine hikâyelerimiz sayesinde mümkündür. Hikâyeler zamanı insanileştirmenin tek yoludur. Anonim, kimseye ait olmayan zamana bir hikâye yerleştirdiğiniz de zamanı da kendinizin kılmış olursunuz. Bir anda sizin geçmişiniz, sizin hikâyeniz belirir o belirsiz zamanın içinden. Bu kimsesiz zamanın içinde dağılmış hayatlarımızı bir araya toplayabilmenin yolu hikâyelerdir. Başlarda ‘konuşma tedavisi’ olarak anılan psikanalizin de yaptığının en temelde bu olduğunu düşünüyorum. Travmaların delik deşik ettiği, bastırmaların parçalara bölüp sansürlediği hikâyeleri bir bütünlüğe kavuşturmak ve analiz edilen kişinin bu hikâyeyi benimseyebilecek hale getirilmesine yönelik bir çalışmadır aslında psikanaliz. O hikayeyle nasıl yaşanır veya o hikayeye tahammül etmenin yolları nelerdir veya o hikayeden nasıl daha iyi bir versiyon çıkarılabilir? Psikanaliz, analiz edilen kişinin hikâyesini geri alması sürecinden başka bir şey değildir bence.
Bugün Facebook’un Timeline’i da, Twitter da, Instagram da (ve daha bilmediğim diğer sosyal medya siteleri de) bizi hikâyelerimizi anlatmaya ve paylaşmaya itiyor aslında. Etrafta bu kadar hikâyenin dolaşmasını nasıl yorumlamak gerekli peki? Buna bir anlamsızlık bombardımanı olarak bakan çok fazla kişi var, ama ben bu sitelerin hikâyelerimize iyi yönde katkıda bulundukları kanaatindeyim. Teknolojik ilerleme, hikâye anlatma ve dinleme biçimlerimizi dönüştürse bile, insanoğlu ‘bir hikâyenin içine girip, iyi bir hikâye anlatıcısının önderliğinde başka hayatları deneyimlemeyi’ her zaman çekici bulacaktır. Her hayat hikâyelerin peşindedir: bazen hayal kurmak, bazen hatırlamak, bazen sığınmak, bazen ibret almak, bazen hayata tahammül edebilmek, bazense sadece zevk almak için…
Hocam Richard Kearney’nin sözleriyle, “birileri her zaman ‘bana bir hikâye anlat’ diyecek ve buna yanıt verecek başkaları da hep olacak. Bunu yitirdiğimiz anda zaten tümüyle insan olmayı da bırakmışız demektir.” Hayatlarımızı biyolojik bir olgu olmaktan çıkaran şey hikâyelerimizdir. Ricoeur, Sokrates’in o ünlü ‘sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez’ sözüyle oynar: Sorgulamak bir şeyi anlamanın yoludur. Hayatı ise ancak yorumlayarak, yani hikâye ederek anlarız. Hayat anlamına hikâyelerimiz üzerinden ve hikâyelerimiz sayesinde kavuşur. Bu durumda da hikâye edilmeyen hayat yaşanmaya değimezdir Ricoeur’e göre…
Hayatı hikâyeler şeklinde biriktirmek bizi insan kılan en önemli özelliklerimizdendir… Bundan sonra dinlediğiniz, anlattığınız veya okuduğunuz her hikâyede bunu hatırlamanız dileğiyle…